Halep ve Şam
Bir zamanlar medeniyetin beşiği, ticaretin kavşak noktası ve kültürlerin harmanlandığı bir ülke olan Suriye, iç karışıklık ve siyasi istikrarsızlıkla anılan bir coğrafya haline geldi. 2011 yılından bugüne kadar bir yandan rejim baskısı, diğer yandan terör örgütlerinin güç kazanmasıyla iki ateş arasında bırakılan halk, bugün özgürlüğe kavuşmanın sevincini yaşıyor.
Tarih boyunca medeniyetlerin beşiği olan bu şehir, sadece taşlarında sakladığı geçmişle değil, ruhunda taşıdığı hikayelerle de asırlık destan gibidir. Tarihin en ihtişamlı ticaret ve kültür merkezi olan, medeniyet kavşağı bu şehrin adı, prangalar ve özgürlük mücadelesiyle anılır oldu. Suriye’nin tarihi serüveni, prangalar, işgaller ve zorbalıklarla doldu; aslında bu coğrafyanın tarihi, esaretin ve mücadelenin tarihidir.
Haçlı seferlerinden Moğol istilalarına, Fransız mandası döneminden modern çağın yıkıcı savaşlarına kadar defalarca prangaya vurulmuştur. En son 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı, Halep’i yeniden bir enkazın ortasında bıraktı. Şehir, insanlık tarihinin en dramatik savaşlarından birine sahne oldu. Binlerce yıllık camiler, medreseler ve çarşılar bombalar altında yok olurken, her yıkımdan sonra küllerinden yeniden doğmayı başaran bu şehir; bugün, özgürlük mücadelesiyle yılmayanların kutlamalarına şahit oluyor ve açılan bayraklarla, atılan sloganlar eşliğinde tarihine dayanan vefanın ve de mazlumların nazarında umut edilmenin, beklenen olmanın mutluluğu yaşanıyor.
Sadece Suriyelilerin değil, insanlığın ortak hikayesi olan bu serüven, karşımızda, geçmişin prangalarına ve özgürlüğün bedeline dair bir hatırlatma olarak duruyor.
O coğrafyanın hikayesi bir medeniyetin hikayesidir aslında. Onun tarihi, insanlığın zaferlerini, yenilgilerini ve özgürlük uğruna ödediği bedelleri yansıtır. Yalnızca bir coğrafi nokta değil, insanlık tarihinin vicdanı olarak gördüğümüz Şam, umudun ve direnişin neticesinde bugün prangaların gölgesinden kurtulmuştur.
Sevinç, hüzün ve gözyaşı bir arada…
Rejimin yıkılmasıyla zulmün dereceleri gözler önüne serilmiş durumda. Yapılan işkence ve zulmü tasvir edecek kelime bulamıyorum ne yazık ki.
Sednaya Hapishanesi’nde yaşanılanları soğukkanlılıkla izleyebilmek ve orada olanları dile getirerek anlatabilmek çok da mümkün değil.
En ağır insan hakları ihlallerinin sembolü olan Sednaya Hapishanesi, rejim karşıtı on binlerce insanın işkenceyle öldürüldüğü, mahkumların bedenlerinin “tuz odaları” gibi sistematik yöntemlerle toplu mezarlara gömüldüğü, esirlerin, korkunç türlü eziyetlere maruz bırakıldığı bir “insan mezbahası”ndan ibaret.
Öte yandan kurtarılan mahkumların ifade ettiği korkunç detaylar ve bulgular, infaz mekanizmaları, kanlı ipler ve diğer işkence ekipmanları kan donduran cinsten.
“Suriyelileri istemiyoruz, ülkelerine dönüp savaşsınlar, gelmesinler” diyerek türlü de hakaretlerde bulunanlar, acaba bugün paylaşılan görüntüleri izlediklerinde de aynı düşünceyi savunuyorlar mı? Merak ediyorum.
İçimizde bir güruh var ki bukalemun gibi ne oldukları belirsiz, zamanında “hepsi algı, savaş falan yok, amaç buraya yerleşmek” diyenler, Suriyeliler gitsin diye ortalığı ayağa kaldıranlar, bugün “Suriyeliler gitmek istemiyor, haklılar çünkü HTŞ’nin neler yapabileceğini kestiremiyorlar” diyerek, ülkenin lehine olan her adımı eleştirmekle ve algı operasyonlarıyla görevli, “geldi, neden geldi? Gidecek, neden gidiyor? Gibi, hangisine muhalif olduğu bilinmez bu grup, kaos oluşturmak için elinden geleni yapıyor.
Suriye krizi boyunca hem insani, hem de siyasi boyutta aktif bir rol üstlenen Türkiye, milyonlarca muhacire kapılarını açarak, tüm dünyaya karşı insanlık onuruna yakışır bir tavır sergiledi.
Türkiye, Suriye’deki özgürlük mücadelesini sabote eden PKK/PYD ve DEAŞ gibi terör örgütlerine karşı kendi sınır güvenliğini sağlamakla kalmayıp, bölgenin istikrarı için önemli adımlar attı.
Nitekim bugün o adımlar bir sonuç verdi ve dünyaca Suriye’nin özgürlüğüne kavuşma sevincine şahitlik ediyoruz.
Suriye’nin gerçek manada özgürlüğüne kavuşması, elbette yalnızca askeri müdahalelerle değil, halkın kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmasıyla olacaktır ve bu bağlamda bölgedeki denge unsuru olan Türkiye, halkın sesi olarak kritik bir öneme sahip.
Türkiye’nin bu süreçteki çabaları, sadece bir devlet politikası olarak değil, aynı zamanda tarihi ve ahlaki bir sorumluluğun yerine getirilmesi olarak da tarihe kaydedilecek.
Bölgedeki güç dengelerinin yeniden şekilleneceği şu günlerde, Milli İstihbarat Başkanı olan İbrahim Kalın’ın, Şam’ın dünya tarihindeki yerinin bir nişanesi olan Emevi Camii’ne ziyareti, uluslararası arenada, sembolik bir hareket olmadığı ve bölge halkıyla bir dayanışma içinde olduğunu gösteren güçlü ve Osmanlı döneminde genişleyen nüfuz alanlarına bir geri dönüş olarak yorumlanıp, herkese karşı Türkiye’nin yerini ve konumunu aşikar etmiş durumda.
Aynı zamanda Şam’a büyükelçi atanması, Ankara’nın bölgedeki varlığını “yumuşak güç” unsuru ile desteklemeye çalıştığını gösteriyor. Bu, elbette Türk diplomasisinin tarihsel hinterlandı üzerindeki etkisini yeniden canlandıracaktır. Bölgesel denge bağlamında, mültecilerin güvenli bir şekilde ülkelerine dönmesi için de çaba sarf eden Türkiye’nin bu atağı, diplomatik misyonun yeniden açılması ve jeopolitik etkisini artırması açısından da önemli bir adım olarak okunuyor.
Halkın, barışa ve özgürlüğe duyduğu özlemin son bulduğu şu günlerde, bunun daim olması ve bölge halkları arasında kurulan kardeşlik köprüsünün, o coğrafyanın kaderini belirleyecek güzel ve hayırlı neticelere vesile olmasını gönülden dileriz.