Son günlerde, adaletin kılıcı keskin tarafını göstermeye başlamasıyla ülke genelinde, tabiri yerinde olaraktır ki, “sahipsiz köy gördüler değneksiz geziyorlar” söyleminin cuk oturduğu, gerek medya camiası, sözde gazeteciler ve gerekse siyasetçilerin, bu ülkenin temsil makamına, ifade özgürlüğü adı altında ağıza alınmayacak hakaret, küfür ve aşağılayıcı sözler sarf etmesi sonucu, devlet de artık geç kalınmışlıkla ve çok yerinde bir şekilde hukuki süreci başlattı.
Tabii, Cumhurbaşkanı olma yolunda, Cumhurbaşkanı’nı taklit ederek kışkırtıcı söylem ve eylemde bulunanlar, halkı ayrıştırmaya ve nefret tohumları saçmaya devam ediyor.
Siyaset, dürüstlük ve samimiyet gerektirir. Halkın güvenini kazanmak için gerçekleri çarpıtmadan konuşmak, olanı olduğu gibi anlatmak bir siyasetçinin en temel sorumluluklarından biridir.
Ancak ne yazık ki, günümüzde bazı siyasetçilerin bu ilkeyi göz ardı ederek kendi siyasi çıkarları uğruna gerçekleri eğip büktüğüne şahit oluyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun son dönemdeki söylemleri de tam olarak bu noktada dikkat çekmektedir.
İmamoğlu, hukuki süreçlerle ilgili olarak sürekli mağduriyet algısı yaratmaya çalışmakta, yargı kararlarını çarpıtarak kamuoyunu yanlış yönlendirmektedir. Kendi hatalarını ve başarısızlıklarını örtmek için siyasi şovlara başvurmakta, hukukun işleyişini bir propaganda malzemesi haline getirmektedir.
İnsanları adliye önünde toplayıp yapmış olduğu konuşma, siyasetin nasıl kullanılmaması gerektiğine dair önemli bir örnek teşkil etmiştir. İmamoğlu’nun yargı süreciyle ilgili olarak halkı adliye önüne çağırması, sadece hukuki sürece baskı oluşturmakla kalmayarak toplumu gerecek bir atmosfer oluşturma çabasına içine girdiğini gösteriyor.
Türkiye bir hukuk devletidir, herkes hukukun üstünlüğüne saygı duymak zorundadır ve yargı önünde herkes eşittir. Beğenilmeyen her mahkeme kararına karşı halkı sokağa çağırmak, devlet kurumlarına meydan okumak anlamına gelir ve bu, demokrasinin sağlıklı işlemesine zarar vereceği gibi gerçek bir demokrasi kültürüyle de bağdaşmaz.
İmamoğlu’nun, kitleleri adliye önüne toplayarak yargıyı baskı altına almak istemesi, siyasi şovdan öteye gitmeyen ve kutuplaşmayı derinleştiren bir hamledir. Seçim sürecine yaklaşırken toplumu gererek siyasi rant sağlamaya çalışmak, Türkiye’nin geleceği açısından son derece tehlikelidir.
Unutulmamalıdır ki, hukuk herkes için bağlayıcıdır. Geçmişte farklı siyasi görüşlere mensup isimler yargılandığında da benzer süreçler yaşanmış, ancak hiçbir devlet yöneticisi halkı sokaklara çağırarak devleti karşısına almamıştır. Muhalefet yapmak, devletin savcısını tehdit ederek hukuka meydan okumak değil; aksine, demokrasiye olan bağlılıkla ve hukukun işleyişine saygı göstermekle ölçülür.
Asıl sorun şu ki, İmamoğlu’nun söylemleri sadece kendi siyasi kariyerini kurtarmaya yönelik değil, aynı zamanda toplumu kutuplaştırıcı bir etki yaratmaktadır. Gerçekleri çarpıtarak insanları yanlışa yönlendirmek, siyaseti bir hizmet aracı olmaktan çıkarıp kargaşa ve gerginlik yaratmanın bir yolu haline getiriyor. Oysa siyaset, halkı birbirine düşürmek değil, birleştirmek için yapılmalıdır.
Gerçekleri çarpıtmak sadece İmamoğlu’na has bir durum değil elbette. Basının da bu konudaki maharetini görüyor ve algı operasyonlarına da şahitlik ediyoruz.
Son dönemde, gazetecilik sınırlarını aşarak devlet büyüklerine hakaret etmek, kamu otoritesini küçük düşürmek ve toplumu kin ve nefrete sürüklemek suretiyle Cumhurbaşkanı’na ve devlet kurumlarına yönelik haddi aşan söylemler nedeniyle bazı gazetecilerin yargılanması sonrası, kamuoyunda bir mağdur edebiyatı yapıldığına şahit oluyoruz. Eleştiri elbette her vatandaşın hakkıdır, ancak hakaretin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir.
Türkiye’de basın özgürlüğü hiçbir zaman keyfi şekilde kısıtlanmamış, ancak kişilik haklarını ihlal eden, devleti aşağılayan ve toplumsal huzuru bozan söylemler yasal çerçevede değerlendirilmiştir. İktidar, basının doğru, tarafsız ve ahlaki çerçevede yayın yapmasını desteklerken, kamu düzenini tehdit eden hakaret ve iftiraların karşısında da durmak zorundadır.
Türkiye’de demokrasi ve basın özgürlüğü, bireylerin düşüncelerini serbestçe ifade edebilmesini garanti altına alırken, aynı zamanda hakaret ve iftiraya karşı da hukuki bir koruma sunmaktadır.
Anlaşıldığı üzere, mesele basının eleştiri hakkı değil, hakaretin ifade özgürlüğü olarak gösterilmeye çalışılmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun temsilcileri, halkın iradesiyle göreve gelmiş meşru otoriteler olup, onları hedef alan hakaret ve saldırılar, sadece bireylere değil, doğrudan milli iradeye yönelik bir saygısızlık anlamına gelir.
Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir hukuk devletidir ve bu hukuk devleti, vatandaşlarını olduğu gibi devlet büyüklerini de korumakla yükümlüdür. Avrupa’da birçok ülkede devlet başkanlarına yönelik hakaret suç olarak kabul edilmektedir. Örneğin, Fransa’da Cumhurbaşkanı’na hakaret edenler yasal yaptırımlarla karşı karşıya kalabilirken, Almanya’da da benzer yasalar bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’deki uygulamaların otoriterleşme ile ilişkilendirilmesi gerçekçi değildir.
Kendilerine bir mağduriyet halkası oluşturmak üzere devletin damarına basan bu güruh, elbette yaptığının karşılığını alacaktır.
Şehrine hizmet etmenin dışında her delikten çıkan İmamoğlu’na tekrar dönecek olursak, Bugün İstanbul halkının karşı karşıya olduğu en büyük problemler ulaşım, altyapı eksiklikleri ve ekonomik sıkıntılar iken, İmamoğlu’nun bu sorunlara çözüm üretmek yerine mağdur edebiyatı yapması, asıl niyetini gözler önüne sermektedir.
Gerçeklerden sapan bir siyaset, halkın gerçek sorunlarını çözmediği gibi, sadece günü kurtarmaya yönelik bir illüzyon yaratır. Ancak halk artık bu oyunları görüyor ve kimin gerçek anlamda hizmet ettiğini, kimin sadece algı operasyonlarıyla gündemi meşgul ettiğini biliyor.
Siyasette doğruluk ve samimiyet her şeyden önemlidir. Halk, kendisini kandıranları değil, kendisine dürüstçe yaklaşanları tercih eder. Gerçekleri çarpıtmak, günü kurtarsa da yarını kazanamaz.