Ve Türk Aydınına dair tespiti…İşte bu, romanın en sert tokadıdır. Suçu halka atmaz. Köylüye hakaret etmez. Hatta sisteme bile… Oklar, doğrudan Türk Aydınına çevrilir. Çünkü halk eğitilmemişse, bunun sorumlusu sadece halk ya da sadece Hanedanlık değil; bir o kadar aydındır.
Cumhuriyet’in ayak sesleri henüz Anadolu’nun yorgun topraklarında duyulmamışken, bir tren, İstanbul’dan uzaklara, yabanın kalbine doğru ilerler. O trende oturan kişi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Yaban" romanındaki başkahraman Ahmet Celal’dir; bir kolunu Sarıkamış’ta bırakmış, kafasını ise hâlâ İstanbul’un parlak salonlarında gezdiren bir subay. Ama bu hikâye sadece onun değil. Bu, kopmuş bir milletin, koparılmış bir bilinçle yeniden doğuşunun hikâyesidir. Ve bu hikâyeyi yazarken yalnızca roman uyarlaması olan Yaban filmini değil, bir dönemin kırık dökük aynasını mercek altına alıyoruz.
“Yaban”, sinemaya 1996’da Nihat Durak’ın elinden uyarlandığında, birçoklarına göre resmedilmesi, kurgulanması ve uyarlanması çok ağır olan bir eserdi. Çünkü bu eser, Anadolu’ya yüzyıllarca sadece padişah fermanıyla hükmeden bir zihniyetin çürümüşlüğünü gözler önüne seriyordu. Ahmet Celal’in köyde yaşadığı yabancılık, yalnızca fiziksel bir uzaklık değildi. Bu, imparatorluğun kendi halkına ne kadar yabancılaştığının da resmi idi. “Biz kimiz?” sorusunu soran ilk aydınlardan biriydi Ahmet Celal. Cevap, toprakta gizliydi; ama o toprak suskundu, yorgundu, inançsızdı. Yüzyıllar boyunca tebaa haline getirişmiş bir halk, Padişah’tan başka kimseye hesap vermemeye alıştırılmıştı. Çünkü Padişah tanrının yer yüzündeki temsilcisiydi. Bu anlamda bilhassa Anadolu Halkı için Osmanlı, bir baba figürü değil, çoğu zaman bilinen, hissedilen ama görünmeyen bir hayaletti.
Sarayda ise işler başkaydı. Osmanlı’nın son yıllarındaki saray yaşantısı, sefalet içindeki halktan o kadar kopuktu ki, bugün ekranlarda “muhteşem” diye pazarlanan dizilerde izlediğimiz ihtişam, aslında tarihin en büyük illüzyonlarından biriydi. Kaftanların, altın varaklı tahtların, cariyelerle dolu haremlerin ardında, borç içinde kıvranan, vergilerle ezilmiş bir Anadolu vardı. Bu halk padişahı tanımayan, kim olduğunu bilmeyen ancak kendilerine aşılanmış kulluk bilinci nedeniyle de bunu asla sorgulamayan bir halktı. Halk için devlet, sadece “asker toplamak” ve “vergi almak” için gelirdi. Aidiyet ise, ümmeteydi. Ulus fikri, ne yazık ki bir aydın hülyasından öteye geçmemişti. Ta ki Mustafa Kemal Samsun’a çıkana kadar.
Mustafa Kemal’in yaptığı şey, yalnızca bir kurtuluş savaşı başlatmak değildi. O, halkı ilk kez bir “millet” olarak tanımladı. İlk kez, “siz bu toprakların sahiplerisiniz” dedi. Ahmet Celal’in köyde yaşadığı kırılma da buradaydı. O halk, henüz kendisindeki bu gücü, bu aidiyeti keşfetmemişti. Savaşacak bir ideali olduğuna inanmıyordu. Kimliklerini bir ulusa ait değil bir hanedana ve o hanedanın temsil ettiği inanca ait olarak görüyorlardı. Bu sebeple Halk, devletten aidiyet değil, takdir-i ilahi bekliyordu. Bu anlamda özellikle Anadolu Halkına, bu büyük düşünsel zorluk altında ulus bilincini ve kurtuluşu aşılayabilmek tarihimizin en büyük dönüşümüydü. Ve “Yaban”, bu dönüşümün sancılı, acı veren, gerçekçi yüzüdür.
Yakup Kadri madalyonun Anadolu yüzünü Yaban romanı ile bizlere gösterir, ancak “Sodom ve Gomore” adlı romanında ise İstanbul’un kokusu yayılır satır aralarına. Ama bu koku, lale bahçelerinin değil, çürümüşlüğün kokusudur. Anadolu işgal altındayken, İstanbul’un elitleri, şampanya kadehlerinin dibinde memleketin parçalanışını izler. Kadınlar, işgalci subaylarla düşüp kalkar; erkekler, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nden alınan emirlerle politika yapar. Ve dış güçler, yalnızca silahla değil, fikirle, kültürle, ajanla saldırır bu millete. Bugün bazı sözde gazetecilerin, sözde akademisyenlerin ya da sözde kanaat önderlerinin toplumun sinir uçlarıyla oynaması gibi, o gün de İngiliz Mandası isteyenler ve bu doğrultuda Kurtuluş hareketini istemeyen işbirlikçiler vardı. Mandayı “medeniyet” sanıyorlardı. Tıpkı bugün, her Batılı söylemi “modernlik” sananlar gibi.
Filmin geçtiği köyde halk aç, hasta ve eğitimsizdi. Ama İstanbul’daki bazı kalem sahipleri, Paris özentisi yazılarla, kurtuluşu “medenî Batı’nın elini öpmekte” buluyordu. Halbuki Mustafa Kemal, medeniyetin Batı’nın emrinde değil, onun karşısında başı dik durmakla kazanılacağını söylüyordu. Burjuvazi ile mücadele etmek ile Burjuvaziden kültürel olarak beslenmek farklı şeylerdi. Bugün hâlâ, “bizden bir şey olmaz” diyenlerin kökleri o yıllara dayanır. Kendi halkını küçümseyen, kendi değerini hor gören bu aydın müsveddeleri, Yaban’daki köylünün ruh halini değil, Sodom’daki elitin işbirlikçiliğini temsil eder.
Yaban eserinde beni en çok etkileyen sahneler Ahmet Celal’in kendisiyle, düşün dünyasıyla yaşadığı hesaplaşmaların yansıdığı sahnelerdir. Aslında tüm bu hesaplaşmalar ve hatta yıkımlar Ahmet Celal’in köye ilk adım attığı an ile başlar. O, İstanbul’da yetişmiş, memleketi için savaşmış, kolunu cephede bırakmış bir subaydır. Yani bir aydındır. O köye geldiğinde, kendince kutlu bir kavuşma hayal etmiştir. “Köylü milletin efendisidir” idealine, daha bu cümle söylenmeden önce yürekten inanmıştır. Ama karşısında bulduğu köy ne onun hayalini ne de içinde taşıdığı memleket sevgisini karşılayabilmiştir.
Köylü, ona kuşkuyla bakar. Çünkü onun elinde kitap vardır. Çünkü o sorular sorar. Çünkü o, bir şeyleri değiştirmek ister. Oysa köy, her türlü değişime karşı içgüdüsel bir direnç geliştirmiştir. Bu direnç, bilgisizlikten değildir sadece. Bu direnç, yüzyıllarca kul olarak yaşamalarından gelir. Devlet hep uzaktadır. Düşünce hep yasaktır. Sorgu, Hanedana, Padişaha isyan sayılır. Bu yüzden, Ahmet Celal’in gözünde köylü, sadece yoksul değil, aynı zamanda ruhen felçlidir. Köyde okuma yazma bilen yoktur. Doktor yoktur. İmam vardır, ama o da halkın zihnini körleştiren masallardan başka bir şey vermez. Kadınlar sessizdir. Çocuklar çıplaktır. Sular bulanıktır. Ama bu sefalet içinde kimse isyan etmez. Çünkü bu sefaletin kaderleri olduğuna inandırılmışlardır. Umut yerine tevekkül, isyan yerine dua vardır. Köylü, açtır. Ama açlık yalnızca fiziksel değildir. Ruhun açlığı daha derindir. Ulus bilinci yoktur. Toprak duygusu yoktur. Vatan, haritadaki bir yer, ait oldukları topraklar değil, askerin gelip adam topladığı bir bölgedir. Bu sebeple Kurtuluş Savaşı’nın başlarında Anadolu halkının örgütlenememesi, yalnızca maddi yoksullukla açıklanamaz. O halk, kendisinin bir değer olduğuna inandırılmamıştır.
Ahmet Celal, bu halkı sevmesine rağmen onlara yaklaşamaz. Onlara yardım etmek ister, ama reddedilir. Çünkü o bir “yabancıdır”. Asıl ironi de budur: Kendi halkının gözünde “yabancı” olan, aslında bu halk için savaşmış bir subaydır. Oysa asıl yabancı, yüz yıllardır halkın ensesinde boza pişiren, onlara sadece dua etmeyi öğreten sistemdir.
Ahmet Celal’in şu tespiti benim için bu eserin doruk noktalarında biridir.
Der ki Ahmet Celal;
'Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin!''
Bıyıklarını makasla kırptı diye kafası taş altında ezilen Türk Genci aslında imparatorluğun son döneminde iktidarın halk üzerindeki ideolojik tahakkümünü çarpıcı bir örnekle ortaya koyar. Bıyık… Küçücük bir ayrıntı gibi görünse de rejimin sembolik kontrol alanıdır. Bıyıkların biçimi bile rejime sadakatin ölçüsüdür. Bu, sadece şekille değil, zihniyetle ilgilidir. Bıyığını kırptı diye bir gencin başının ezilmesi, yalnızca bir infaz değil, bir düşüncenin linç edilmesidir. Bu, sadece bireyin değil, geleceğin yok edilmesidir. Rejim, sadece düşmanı değil, potansiyel fikri bile ortadan kaldırmak ister.
Savundukları insanlar tarafından sırtlarından vurulan vatanseverler ise ihanetin tanımıdır. Askerin, aydının, münevverin, halkın özgürlük mücadelesi verdiği bir dönemde, tam da içeriden bir kurşun gelir. Bu sadece düşmanın kucağına oturmuş işbirlikçiler değildir. Bu, halkı adına konuştuğunu sanan ama aslında iktidar oyunlarına figüranlık yapanlardır. Kendi aydınını yok eden, kendi askerine tuzak kuran bir halk, aslında kendini tüketmiştir.
Yolu defalarca kesilen, özgürlüğün, idealin, vatan savunmasının timsali ise bellidir. Burada doğrudan Mustafa Kemal’in yürüyüşü kastedilir. Bağımsızlık sembolünün, millet adına yürüyen adamın önü, kaç kez yine o milletin içinden çıkan güçler tarafından kesilmiştir. Bu replik, Türkiye’de aydınlanmanın en büyük düşmanının cehalet değil, hanedanlığa, egemen güce duyulan niteliksiz sadakat olduğunu gösterir. Sorgusuz bağlılık, düşüncenin en büyük düşmanıdır. Ve bu bağlılık çoğu zaman dinle, gelenekle, iktidarla sarılmış bir kutsiyet havasında servis edilir.
Ahmet Celal kendi yalnızlığına isyan eder. Kolunu kaybetmiş, savaşmış, ölümden dönmüş, ülke için, halk için, millet için çarpışmış. Ama şimdi yalnız. Çünkü onun ideali, henüz halkın zihnine ulaşmamış. Yalnızlığı, sadece fiziksel değil; düşünsel bir yalnızlık. O, halk için dövüşmüş ama halk, onun neden dövüştüğünü anlamıyor. Anlayacak altyapı da yok, istek de. Ümmet sistemi, bireyi düşünemez hale getirmiş. Cehalet, örgütlü değil ama etkili. Ve Ahmet Celal’in yalnızlığı, aslında bir devrimcinin kaderidir.
Ve Türk Aydınına dair tespiti…İşte bu, romanın en sert tokadıdır. Suçu halka atmaz. Köylüye hakaret etmez. Hatta sisteme bile… Oklar, doğrudan Türk Aydınına çevrilir. Çünkü halk eğitilmemişse, bunun sorumlusu sadece halk ya da sadece Hanedanlık değil; bir o kadar aydındır. Aydın ya halka inmemiştir ya da halkın dilini öğrenmemiştir. Salonlardan ahkâm kesmekle, gazete köşelerinde yazmakla halka ulaşılmaz. Aydın, halka tepeden bakmıştır. Kendi üslubuna, kendi konforuna, kendi çevresine hapsolmuştur. Halkı anlamadan halk için konuşmuştur. Ve en sonunda halk da onu reddetmiştir.
Ahmet Celal’in tüm bu tespiti, sadece “Yaban”ın değil, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki aydın-millet ilişkisinin kanayan yeridir. Ve bugün hâlâ aynı yarayla boğuşuyoruz. Bugünün aydını da hâlâ ya halka sırtını dönmüş durumda ya da halkı “eğitilecek kitle” olarak görüyor. Oysa gerçek aydın, halka yukarıdan değil, yanında durarak konuşur. Dert paylaşır, yargılamaz. İşte Atatürk'ün farkı da burada yatar: O, halkın dilini konuşmuştur. Onlara güven vermiştir. “Siz bu vatanın sahibisiniz” demiştir. Aydın olmanın özü, budur. Ahmet Celal'in bu anlamda, bulunduğu duruma ve bu durumun sorumlularına hem bireysel bir itirafta bulunur hem de kolektif bir tokat atar. Bugün bile Ahmet Celal’in içindeki çığlık, hâlâ duyuluyor. Çünkü Türkiye hâlâ aydın ile halk arasındaki o kadim uçurumu tam olarak kapatabilmiş değil.
Yakup Kadri'nin bu eseri, bir trajedi değil, bir teşhistir. Hastalığı tarif eder: Cehalet, aidiyetsizlik, teslimiyet. Film, bu teşhisi görsel olarak da derinleştirir. Çamurlu yollar, sessiz kadınlar, kıvrılmış çocuklar, konuşmaktan korkan erkekler… Hepsi bir sessiz çığlık gibidir. Ve bu çığlığı Mustafa Kemal duyar. O yüzden “Köylü Milletin Efendisidir” derken, o köylüyü olduğundan değil, olması gerektiği yerden tarif eder. Bir ütopya değil, bir hedef çizer. Köylünün efendi olması için önce onu kul olmaktan çıkarmak gerekir.
Ahmet Celal’in köydeki hikâyesi bir hayal kırıklığıyla biter. Ama o hayal kırıklığı, bir uyanışa hizmet eder. Artık kimse halkı kutsayarak kurtaramaz. Halkı, ancak halk olduğu bilinciyle örgütleyerek kurtarmak mümkündür. Bugün hâlâ “bu millet adam olmaz” diyenler, aslında hâlâ “Yaban”daki köylüye bakar gibi bakıyor halka. Oysa gerçek devrim, halkın kendine inanmasıyla başlar. Ve bunu başlatan, işte o yaban topraklarda bir kolunu bırakmış ama kalbini kaybetmemiş aydınlardır.
Ahmet Celal belki yalnızdı. Ama artık yalnız değil. Bu toprakların hikâyesi hâlâ yazılıyor. Kalem bizim elimizde. Ve “yaban” artık dışarısı değil. İçimizdeki teslimiyettir. Onu da söküp atacağız.
Yazıya, düşünceye ve halka inanarak.