Böylesine keyfi, hukuk tanımaz ve yarın ne olacağının belli olmadığı bir siyasal rejimde ekonominin toparlanması bu saatten sonra mümkün değil. Burada aslında asıl soru ekonominin bundan sonra ne derece bozulacağı.
19 Mart’taki yargı darbesi bize Türkiye’deki mevcut rejimin salt seçimle değişme ihtimalinin artık neredeyse kalmadığını gösterdi.
Tabii ki bu, iktidar bloğunun toplumun çoğunluğunun desteğini alıyor olmasından kaynaklanmıyor. Güvenilir anketlerin gösterdiği, bu Pazar seçim olsa Cumhur İttifakı’nın da Erdoğan’ın da seçimi kazanma ihtimalinin oldukça düşük olduğu.
Ancak, İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra önümüzde normal bir seçim süreci olacağını varsaymak büyük saflık olur. Seçimde kaybedeceğini anladığı her durumda rejim tekrar bir hukuksuzluğa imza atarak iktidardan gitmeye sonuna kadar direnecektir.
Bununla beraber, rejimin gözünü karartmış ve iktidarını kaybetmemek için her yolu denemeye hazır olması onun iktidardan gitmesinin hiçbir şekilde mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Tarih bize birçok uzun süreli iktidarın hiç beklenmedik anlarda sonlandıklarını gösteriyor.
Rejimin önündeki zorluklar
Bu bağamda, Türkiye’deki mevcut otoriter rejimin önünde de birçok zorluk var.
En başta, öyle veya böyle, Türkiye’de en az 80 yıllık bir seçimli demokrasi kültürü var. İmamoğlu’nun tutuklanması gibi halkın seçme hakkına yapılan her müdahale rejimin toplumsal meşruiyetine darbe vuruyor. Rejim iktidarını koruyabilmek için meşruluk kaybını göze alarak bu tür hamleleri yapmaya elbette ki devam edebilir. Ama bunu gene de elini kolunu sallayarak kolayca yapamaz.
Diğer bir mesele de rejimin ekonomik kaynakları. Erdoğan’ın Türkiye’de inşa etmeye çalıştığı türde otoriter rejimler dünyada zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının olduğu ülkelerde görülüyor. Çünkü bu tür kaynaklar denetimsiz rant alanları yaratarak siyasal ve bürokratik elitin rejime olan desteğini sürdürülebilir kılmada oldukça işlevsel. Ne var ki, Türkiye’nin böyle kaynakları yok. Türkiye doğal kaynağa değil reel endüstri ve hizmet üretimine dayalı bir ekonomiye sahip. Böyle bir ekonomide otoriter rejimi ayakta tutan siyasi ve bürokratik eliti sürekli beslemenizi sağlayacak rant kaynaklarını bulabilmek o kadar kolay değil.
Peki bu zorluklar göz önüne alındığında, önümüzdeki dönemde bu rejimin devam edip etmeyeceğini hangi değişkenler belirleyecek?
Üç temel değişken
Önümüzdeki dönemde Türkiye’de bir rejim değişikliği olup olmayacağı üç temel değişkene bağlı.
Bu değişkenlerin en başında elbette ki muhalefetin direnci geliyor. 19 Mart’taki yargı darbesinden sonra CHP’de ve muhalefet tabanında azımsanmayacak belli bir tepki ve direnç oluştu. Yargı darbesi kabullenilmedi ve sinilmedi. Ancak, bu uzun erimli bir koşu. İktidar değişikliği isteniyorsa bu direncin sürmesi gerekir. Eğer muhalefet bir yerde direncini ve değişim umudunu kaybeder ve protestolar, mitingler, boykotlar ve imza kampanyaları bir yerde biterse o zaman değişim için pek ihtimal kalmaz.
Fakat bunlar sürerse o zaman değişim için umut devam eder.
Ancak, muhalefetin direnci olası bir değişim için gerekli olmakla beraber tek başına yeterli değil. Bu direncin sonuç vermesi için başka değişkenlerin de değişim için elverişli olması gerekiyor.
Bu değişkenlerin başında da ekonomi geliyor.
Ekonomi mevcut rejimin yumuşak karnı. 2017’de başkanlık sistemine geçilmesinden itibaren yanlış politikaların da etkisiyle Türkiye’de git gide bozulan bir ekonomi var. Son iki senede Mehmet Şimşek ekonomiye belli bir istikrar ve toparlanma getirdi ancak 19 Mart’taki yargı darbesiyle oradaki kazanımların da birçoğu çarçur oldu.
Böylesine keyfi, hukuk tanımaz ve yarın ne olacağının belli olmadığı bir siyasal rejimde ekonominin toparlanması bu saatten sonra mümkün değil. Burada aslında asıl soru ekonominin bundan sonra ne derece bozulacağı.
Şu anda zaten seçim anketlerinin muhalefeti önde göstermesinin ana nedeni artık ciddi bir mertebeye ulaşmış ekonomik bozulma, en başta da yüksek enflasyon ve reel ücretlerdeki düşüş. Bu bozulma sürdükçe toplumsal huzursuzluk artacak ve iktidara olan toplumsal destek daha da düşecek, bu da toplumdaki değişim talebini artıracaktır. Bu talebin derecesini ekonomik bozulmanın derecesi belirleyecek.
Son bir değişken de uluslararası konjonktür.
Aslında Türkiye gibi nüfusu ve ekonomisi görece büyük ülkelerdeki siyasal değişimde iç faktörler görece daha belirleyicidir ancak dış faktörler de kesinlikle önemsiz değildir.
Erdoğan’ın 19 Mart’ta gerçekleştirilen yargı darbesinden önce Trump’tan onay almış olduğunu Özgür Özel açıkladı ki o açıklamadan önceki gelişmeler de zaten bunun böyle olduğuna işaret etmekteydi.
Küresel sistemde dış devletler başka ülkelerin iç işlerine aşırı müdahil olamaz ama gene de Türkiye gibi Batı ile ilişkileri güçlü bir ülkede otoriter uygulamalara Batılı devletlerin vereceği tepki önemlidir.
Bu noktada rejim 19 Mart’taki yargı darbesini gerçekleştirirken uluslararası ortamı dikkatle değerlendirmiş gibi gözüküyor.
Trump zaten dünyayı geçtim kendi ülkesindeki demokrasiyi bile umursamayan birisi. Bu zihniyette bir lider Erdoğan’ın vereceği tavizler karşılığında onun otoriter adımlarına kolayca göz yumabilir (ve yumdu da).
Avrupa Trump gibi demokrasiyi gözden çıkarmış değil ancak onlar da hem sığınmacı meselesi hem de Avrupa’da yeni kurulacak ordu sebebiyle Erdoğan yönetimiyle ters düşmek istemiyor. Bu sebeple dikkat edilirse İmamoğlu’nun tutuklanmasına Avrupa’dan güçlü tepkiler gelmedi. Muhtemelen Erdoğan da böyle olacağını hesap etmişti.
Saydığım üç değişken arasında şu anda ilk iki tanesi muhalefetin, üçüncüsü ise iktidarın lehine gözüküyor.
İlerleyen dönemde bu temel değişkenlerin nereye evrileceğini göreceğiz. Aslında Erdoğan iktidarını sürekli kılacak makyavelist siyaseti çok iyi kotaran ve bu amaçla değişen koşullara uyum sağlayabilen bir siyasi lider ama diğer yandan inşa etmeye çalıştığı rejimin kültürel ve ekonomik koşulları Türkiye’de pek varmış gibi durmuyor.