Çin’in %125’lik tarife karşısında içine kapanması beklenebilir. Ama daha önemlisi, çevre ülkelerin bu savaşa taraf olmadan sistemden nasıl etkileneceğidir. Bessent bunu da hesaplıyor.
Son zamanlarda dünya öyle büyük değişimlere sahne oluyor ki, olup bitenleri sadece başlıklardan, grafiklerden ya da vergi kararlarından takip etmeye çalışmak artık yetersiz kalıyor. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki; kararlar veriliyor, sistemler kuruluyor, algoritmalar yazılıyor ama hiç kimse onun adını gerektiği kadar anmıyor, onun hamlelerini Trump’ın çılgınlıkları sayıp yeterince derinlemesine analiz yapmıyor.
Asla ipleri çektiğini hissettirmiyor ama sakin kafayla düşündüğünüzde aslında her taşın altından onun eli çıkıyor: Hazine Bakanı Scott Bessent.
Bessent’in ekonomiyle kurduğu ilişki, klasik anlamda piyasayı takip eden bir yatırımcı zihniyetinden farklı. O, piyasayı yönlendiren değil, inşa eden; verileri okuyan değil, verilerin üretileceği zemini kuran bir akla sahip.
1992 yılında George Soros’la birlikte yürüttüğü İngiliz Sterlini’ne karşı yapılan spekülatif saldırıdan bu yana Bessent’in stratejik yetenekleri, yalnızca finansal sezgiyle değil, aynı zamanda sistemsel öngörüyle şekillendi.
O günlerden bir ülkenin merkez bankasını, para birimini ve siyasi iradesini aynı anda nasıl hedef alacağını öğrenmiş durumda.
Bu deneyim, onu 21. yüzyılın savaşları artık kurla, faizle, vergiyle ve psikolojik algılarla yürütüleceği fikrine ikna etti.
Bessent için ekonomik veriler, yalnızca birer ölçüm değil; aynı zamanda birer manipülasyon aracı denebilir.
“Eğer kamuoyu güveni, yatırımcı psikolojisi ve merkez bankalarının özerkliği aynı anda kontrol altına alınabilirse, o ülkenin kaderi doğrudan çizilebilir” mantığıyla stratejisini geliştiren biri. O günden bugüne de attığı her adım, bu mantık üzerine bina edilmiştir.
ABD’nin Çin’e yönelik ilk gümrük tarifesi %34 olarak açıklandı. Bu oran, Çin’in ithalatında ciddi bir daralma başlatmak için yeterliydi. Ancak Çin boş durmadı. Misillemeler geldi. Ardından üçüncü hamleyle oran %125’e ulaştı. Bu bir ticari gerilim değil, doğrudan sistemik bir meydan okumaydı. Ve tam bu açıklamanın hemen ardından, Trump yönetimi Çin dışındaki ülkelere uygulayacağı vergi artışlarını 90 gün erteledi. Bu eşzamanlılık rastlantı değildi; Bessent’in zamanlamaya dayalı stratejik kodlamasının göstergesiydi.
Bessent’in farkı işte burada başlıyor. O yalnızca neyin yapıldığını değil, ne zaman yapıldığını da tasarlıyor. Çin gibi bir devle başlayıp hemen ardından daha küçük üretim üslerine sinyal göndermek, büyük resmi görmek isteyenler için açık bir mesaj. Sadece hedef göstermek değil, aynı anda başka hedefleri gözlemlemek, nasıl tepki vereceklerini ölçmek ve 90 gün sonra yeni hamle için zemin hazırlamak… İşte bu stratejik mühendisliktir.
Tarife listesi ilk bakışta sadece rakamlardan ibaret gibi görünse de aslında tüm sistemin şemasını veriyor. Çin %125 ile baş hedef. Vietnam %46, Japonya %24, Güney Kore %25, Tayland %36, İsviçre %31, Tayvan %32, Hindistan %26, Malezya %24, İngiltere %10. Bu oranlar yüksekliğinden çok dağılımıyla dikkat çekiyor. Hangi ülkeler üretim merkezi olabilir? Hangileri Çin’in boşluğunu doldurabilir? Hangileri ABD’ye rağmen ekonomik model kurabilir? İşte bu soruların yanıtı, tarifelerle verilmiş oluyor.
Şimdi asıl mesele şu: Bu tarifeler yalnızca bir koruma aracı mı, yoksa yeni bir düzenin altyapısı mı?
Scott Bessent’in geçmişine baktığınızda bu soruya cevabınız netleşiyor. O bir yatırımcı gibi davranmaz, bir sistem kurucu gibi düşünür. Sterlin saldırısından bugüne dek attığı tüm adımlar, piyasayı okumaktan çok yönlendirmeye dönüktür. Hazine Bakanlığı koltuğunda oturuyor olabilir ama onun ilgisi sadece dolar değil; veri, akış, yön ve zemin üzerinedir. Bugün yaptığı şey, küresel sermayenin yönünü teknik oranlarla değil stratejik korkularla belirlemek.
Çin’in %125’lik tarife karşısında içine kapanması beklenebilir. Ama daha önemlisi, çevre ülkelerin bu savaşa taraf olmadan sistemden nasıl etkileneceğidir. Bessent bunu da hesaplıyor. Çin dışındaki ülkelere verilen 90 günlük süre, yatırım planlarının askıya alınması, üretim kararlarının ertelenmesi ve hükümetlerin içe dönük yeniden konumlanması için bir fırsat değil, bir sınavdır. Bu süre sonunda kim daha fazla uyum sağladıysa, sistemin parçası olacaktır. Direnenler? Onlar da Çin gibi açık hedef haline gelecektir.
Bu noktada Türkiye devreye giriyor. Tarife listesinde yalnızca %10’luk bir oranla geçiyor. Bu ne düşük ne yüksek; ama kesinlikle anlamlı. Türkiye henüz bir hedef değil, ama açıkça gözlem altında. Bir tür stratejik belirsizlik içinde tutuluyor. “İkna edilebilir” ülkeler kategorisinde. NATO üyesi, üretim altyapısı güçlü, Avrupa’ya yakın. Ama aynı zamanda zaman zaman Şangay İşbirliği Örgütü’ne göz kırpan, Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkiler kuran bir ülke. Bu yüzden Türkiye, sistemin nereye gideceğini belirleyecek değişkenlerden biri olabilir.
Bessent, Türkiye’yi hedef haline getirmek istemiyor. En azından şimdilik. Çünkü sistemin yeniden inşasında Türkiye’ye ihtiyaç var. Ama bu ihtiyaç bir işbirliği değil; yönlendirme düzeyinde. Türkiye’nin kendi yolunu çizmesinden çok, çizilmiş rotaya girmesi tercih ediliyor. Bunun için de baskıdan çok teşvik politikaları kullanılıyor. %10’luk tarife oranı bir nevi dostça uyarı. “Henüz seninle işimiz var ama rotanı dikkatli çiz” mesajı.
Bessent’in kullandığı araçlar sadece tarifeler değil. Onun asıl gücü, sermaye akışını yönlendirme becerisinde. Bir ülkeye sıcak para akıttığınızda orada kısa vadeli bir refah görüntüsü oluşur. Döviz gevşer, borsa yükselir, faiz baskılanır. Ancak bu akış sürdürülebilir değildir. O fonlar, ülkenin yapısal kırılganlıklarını satın almak için değil, yönlendirmek için gelir. Türkiye de bu dalgalanmayı birçok kez yaşadı. Şimdi ise o fonların yeniden ülkeye girmesi mümkün ama bu sefer farklı bir hedefle: üretim ve dış ticaret zincirine entegre, ama merkezî kararları dış kaynaklara bağlı bir yapı inşa etmek.
Asya’daki diğer ülkeler için tablo farklı. Hindistan, Malezya, Tayland, Vietnam gibi ülkeler Çin’e alternatif üretim merkezleri olarak öne çıkıyordu. Ama bu ülkelerin de yüksek oranlı tarifelere maruz kalması, ABD’nin asıl derdinin üretimin Çin’den çıkması değil, üretimin nereye gideceğine kendisinin karar vermesi olduğunu gösteriyor. Çin’den kaçan yatırımcılar, bu ülkelerde de benzer risklerle karşılaşırsa yönlerini Batı’ya çevirmek zorunda kalacak. Yani Türkiye, Polonya, Meksika gibi “uyumlu ama denetlenebilir” ülkelere.
Buradaki strateji sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik. Çünkü üretim zinciri aynı zamanda bir güvenlik zinciridir. Bir ülkeye fabrika kurduğunuzda sadece yatırım yapmazsınız; o ülkenin iç siyasetini, medya düzenini, hatta hukuk sistemini etkilemeye başlarsınız. Bessent bunu çok iyi bilir. O yüzden yalnızca ekonomik fayda üzerinden değil, sistemsel bağımlılık üzerinden bir düzen kuruyor.
90 günlük vergi askıya alma kararı da bu düzenin yumuşak ama hedefli hamlesi. Bu ülkeler bu süreçte ya sisteme entegre olacak, ya da dışarıda kalmanın ne anlama geldiğini öğrenecek. 90 günün sonunda ya yeni anlaşmalar, yeni yatırımlar ve yeni yönlendirmeler olacak ya da açık hedef haline gelecek yeni ülkeler belirlenecek.
Avrupa için ise ayrı bir oyun var. Almanya ve Fransa gibi ülkeler hem ABD’nin güvenlik politikalarına muhalifler hem de Çin’le güçlü bağları var. Bu onları sistem dışına itmese bile, sistem içinde ayrıcalıksız hale getiriyor. İsviçre’ye %31 tarife uygulanması, Avrupa’nın “tarafsız” finans merkezi olarak sistem dışına kaymasını engellemek için yapılan bir ön hamle. Avrupa bu dönemde kendi içinde daha da parçalanabilir. Almanya üretimde zorlanır, Fransa daha fazla iç gerilimle karşılaşır, Doğu Avrupa ise ABD’ye daha fazla bağlanır.
Peki ya merkez bankaları?
Onlar artık birer karar alıcı değil, piyasanın sinyal okuyucusu. Bessent, merkez bankalarının bağımsızlığıyla ilgilenmez. Onun ilgilendiği şey, o bağımsızlık algısının piyasaya nasıl yansıdığıdır. Bir ülkenin merkez bankası faiz artırdığında bunu piyasa alkışlamıyorsa, kararın ekonomik etkisi sıfıra yaklaşır. O yüzden merkez bankaları artık ekonomik değil, psikolojik kurumlardır. Ve psikolojiyi yöneten sistemin arkasında yine Bessent vardır.
Şimdi biraz tahmin yapalım.
8 Nisan'dan itibaren Yuan’ın ABD doları karşısında değer kaybetmesine izin verilip devalüasyonun önü açılmaya başladı. Çin parası değerli ülkelere kendi parasını devalue edip ciddi ihracata başlayabilir. Fakat bu ihracatın ABD’ye olan korkunç büyüklükteki rakamları yakalaması uzun süre alabilir. Üstelik bu Türkiye gibi parası çok değerli ülkelerin sanayilerine çok büyük darbe vurur. Fiyat rekabeti ortadan kalkınca içerdeki üreticinin hiç şansı kalmaz. Tabi bir de Çin ile böyle angajmana girecek ülkelere ABD’nin yapacağı ekonomik/siyasi eziyeti konuşmuyorum bile…
O yüzden çok sürdürülebilir gelmiyor.
Uzun olmayan vadede yüksek ihtimal Çin içe kapanacak. Üretimi kendi içine yönlendirecek, ihracatı azalacak ve bu da büyümesini yavaşlatacak. Dönüşen büyüme modeli illaki ülkede iç pazarın en önemli alıcısı olan 300 milyonluk orta kesimin canını yakacak, yani dönüşüm ağrılı olacak. Beklenmedik ekonomik/ askeri/ siyasi sonuçları bile olabilir….
Diğer yandan Asya’daki ülkeler 90 günlük süreyi “zaman kazanma” olarak görse de, bu süreç sonunda ya ABD ile yeni ticaret anlaşmaları imzalamak zorunda kalacaklar ya da yüksek tarifelerle başa çıkmak zorunda olacaklar. Her iki durumda da bağımsızlık değil, yönlendirilebilirlik artacak.
Avrupa içten içe çatlayacak. AB bütünlüğü korunabilir ama işlevsellik zayıflayacak. Özellikle enerji kriziyle birlikte Almanya gibi ülkelerin ekonomik gücü zayıflayabilir.
Türkiye için ise iki ayrı yol var: ya bu süreçte Batı’nın üretim zincirine dahil olacak ama karar mekanizmalarını dışa açacak, ya da kendi yolunu çizecek ama bunun bedelini yüksek fon çıkışı ve spekülatif saldırılarla ödeyecek. Bessent, Türkiye’nin birini seçmesini bekliyor. Henüz hedef yapılmadı ama “dışarıda kalma” hakkı da verilmedi…
Kısa bir süre içerisinde arka arkaya gelecek adımlarla hem küresel açıdan hem de Türkiye açısından dünya ticaretinde yeni bir dönem başlatacak güçteki bu acımasız fırtanının sonuçlarını daha net göreceğiz…