19 Mart’ta İmamoğlu’nun tutuklanmasının üzerinden bir hafta geçti.
Geçtiğimiz hafta belirttiğim üzere, bu eylem Erdoğan tarafından gerçekleştirilmiş bir “fiili tepeden darbe”dir.
Neden “fiili tepeden darbe”?
“Tepeden darbe”dir çünkü yasal ve demokratik yollarla başa gelmiş bir iktidarın yasal görünümlü ama yasa-dışı ve anti-demokratik yollarla iktidarda tutunma çabasıdır. İmamoğlu’nun tutuklanmasının ana nedeni yolsuzluklar değil sandıkta Erdoğan için oluşturduğu tehdittir.
“Fiili” diyorum çünkü resmi/yasal düzeyde demokratik kurumlar yerlerini koruyor. Anayasa, meclis, seçimler yerli yerinde durmakta ancak İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla verilen mesaj açık: “Sandıkta bana tehdit oluşturan hapsi boylar”. Dolayısıyla, burada seçimlerin “fiilen” anlamını yitirmesi durumu söz konusu. Tıpkı Rusya’da, Venezuela’da, Kazakistan’da ve birçok otoriter rejimde olduğu gibi.
Bu durum da, siyaset bilimi terimleriyle söylersek, Türkiye’deki siyasal rejimin “rekabetçi otoriter”den “hegemonik otoriter”e geçtiği anlamına geliyor.
Rekabetçi otoriterlikten hegemonik otoriterliğe
Rekabetçi otoriter rejimlerde siyasi iktidarlar seçimleri kazanabilmek için adil olmayan bir avantaja sahiptir. Örneğin Türkiye’de mevcut iktidar 2010’lardan beri medyayı kontrol altında tutmakta, kamu kaynaklarını seçim kazanabilmek için keyfi kullanmakta ve yargı üzerindeki nüfuzuyla muhalefet-içi çekişmelerde çıkarları doğrultusunda belirli kişi veya klikleri destekleyebilmekte. Ancak, rekabetçi otoriter rejimlerde seçimler son tahlilde asgari düzeyde rekabetçidir. Seçimlerin sonuçları önceden belli değildir. Seçim yoluyla düşük de olsa iktidarın değişme ihtimali vardır.
Öte yandan, hegemonik otoriter rejimlerde ise seçimler önden ayarlıdır. Seçimle iktidarın değişme ihtimali yoktur. Siyasal sistemdeki muhalefet partileri daha çok toplumun gazını almak ve sözde bir demokrasi görüntüsü vermek için vardırlar. Seçimler de mevcut iktidara gene sözde bir demokratik meşruiyet sağlamak için yapılır. Sistem rekabetçi otoriter rejimdeki gibi “kısmi” değil “tam otoriter”dir.
İşte 19 Mart 2025 tarihinde Türkiye’de siyasal rejim rekabetçi otoriterlikten hegemonik otoriterliğe bir geçiş yaptı.
1945’te çok partili siyasal sisteme geçildiğinden beri Türkiye’de böyle bir yönetim sadece 1960-61 ve 1980-83’teki askeri ve 1970-74’teki asker destekli sivil yönetimler zamanında görüldü. Ancak, o yönetimler daha en baştan geçici olarak kurulmuşlardı. Misyonlarını tamamlayınca yerlerini demokratik seçimlerle belirlenen hükümetlere bıraktılar.
Bugünkü rejim ise geçici değil aksine kalıcı. Erdoğan’ın konuşmalarında verdiği mesajlar devleti ölümüne kadar yönetmek istediği yönünde. Ayrıca, askeri yönetimlerin aksine, mevcut rejimin “demokratik” olduğu iddiasından da vazgeçmiş değil.
Bu rejim aslında Türkiye’de 1923-45 arasındaki tek parti rejiminin biraz daha çoğulcu bir versiyonu. Gene otoriter bir tek parti iktidarı var ama kendilerine çizilen sınır içerisinde başka siyasal partiler de var. Ne var ki, bu muhalif siyasal partilerin iktidara gelme şansları yok.
Böyle bir rejim ne kadar sürdürülebilir?
Öte yandan, kısa vadede uluslararası konjonktürün yardımıyla ve ekonomik şartlar zorlanarak bugün böyle bir rejim kurulabilir olmakla beraber, Türkiye gibi bir ülkede bu rejimin orta ve uzun vadede ne derece sürdürülebilir olduğu bir tartışma konusu.
Çünkü Venezuela veya Rusya gibi ülkelerde bu tür rejimler petrol ve doğalgaz gelirlerine dayanarak ayakta duruyor. Türkiye’de ise böyle bir gelir kaynağı yok. Türkiye’de ekonominin çarklarının dönmesi için ülkeye sürekli dış yatırım gelmesi gerekiyor.
Ayrıca, Türkiye’de 80 yıllık bir çok partili rejim geleneği var. Türkiye’de sandığa indirgenmiş de olsa asgari bir demokratik kültürün varlığı söz konusu. “Önden ayarlı” yapılacak seçimlerin toplum nezdinde meşruluk kazanması zor.
Tüm bunlar düşünüldüğünde, bugün böyle otoriter bir rejim kurulabilir ancak daha da bozulması kaçınılmaz ekonomiyle böyle bir rejimin sürdürülebilir olması o kadar kolay değil. Nitekim, rejimin İBB’ye ve hatta CHP’ye kayyum atama gibi otoriterleşme adımlarını şimdilik dizginleyen de piyasaların İmamoğlu’nun tutuklanmasına verdiği sert tepki oldu.
Peki ya muhalefet?
Türkiye’de seçimlerin bundan sonra rekabetçi değil önden ayarlı olacak olması muhalefete sokak protestoları ve ekonomik boykotlar dışında bir seçenek bırakmıyor. Madem mevcut otoriter iktidar devlet gücünü suistimal ederek demokratik yollarla değişimin önünü tıkıyor, o zaman muhalefete sandık dışı yollarla siyaset yapmaktan başka yol kalmıyor.
Nitekim, CHP de kaçınılmaz olarak bu yola girdi.
İmamoğlu’nun tutuklanmasından itibaren Saraçhane’de her gün yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingler yapıldı. Özellikle üniversite öğrencileri ve solcu örgüt ve partiler İstanbul ve Ankara’nun çeşitli yerlerinde protestolar düzenlediler. Aynı şekilde başka şehirlerde de protestolar düzenlendi. Geçtiğimiz Pazar günü İmamoğlu’nun cumhubaşkanı adaylığı için yapılan ve 15 milyondan fazla seçmenin oy kullandığı önseçim de sembolik olarak önemliydi. Bunlara ek olarak, CHP yönetimi muhalefeti görmezden gelen televizyon kanallarıyla bağlantılı şirketlere tüketici boykotları düzenlemeye başladı.
Tüm bunlar muhalefet açısından oldukça olumlu adımlar. Ancak, bir yandan da şu aşamada rejimi bir şeylere zorlamak adına yetersizler. Rejimin İmamoğlu’nu tutuklamasına rağmen İBB’ye kayyum atamamasında ekonomiyle beraber muhtemelen protestoların da belli bir etkisi oldu. Ancak, gene de protestoların mevcut seviyesi iktidarı bir şeylere zorlamanın oldukça uzağında. CHP de şu aşamada protestoları artırma değil azaltma eğiliminde.
Türk demokrasisini ilerleyen dönemde çok zor günler bekliyor. Bu tam otoriter rejimden bir noktada dönülüp dönülemeyeceğini ise üç şey belirleyecek: Toplumsal muhalefet, ekonomik gidişat ve dış konjonktür.