Adalet, yalnızca yerini bulmakla kalmamalı; toplumun gözünde de görünür olmalıdır. Aksi halde hukuk, güven inşa eden bir sistem değil, iktidarın elinde eğilip bükülen bir araca dönüşür.
Fiat Justitia, Ruat Caelum
— Adalet yerini bulsun, isterse gökler yıkılsın.
Bir toplumda hukukun varlığından söz edebilmek için yalnızca adaletin tecelli etmesi yetmez. Aynı zamanda bu adaletin meşrui̇yet kazanması, yani toplumun vicdanında kabul görmesi gerekir. Zira yargı, yalnızca maddeten değil, şeklen de adil olmak zorundadır. Sadece adalet değil, adaletin görüntüsü de zorunludur
Bu, hukukun yalnızca teknik bir mesele değil, aynı zamanda bir inanç ve ahlaki̇ meselesi olduğunu da gösterir. Mahkemeler karar verirken sadece kanunlara değil, kamu vicdanına da hitap etmek zorundadır. Çünkü adaletin kendisi kadar, onun görünüşü de kamusal güvenin temelidir
Bugün Türkiye’de kamuoyunu meşgul eden bazı yargı süreçlerinde, tam da bu görünüş eksikliği, toplumsal huzursuzluğun kaynağına dönüşmüş durumda. Meselenin merkezinde yer alan kişi Ekrem İmamoğlu olabilir; ancak asıl mesele bir şahsın yargılanması değil, bu yargılamanın toplumun büyük kesimi tarafından adil olarak algılanıp algılanmadığıdır.
Elbette hiç kimse hukukun üstünde değildir; herkes yargılanabilir. Lakin sorulması gereken esas soru şudur: Yargılama süreci, adaletin hem ruhunu hem de biçimini taşıyor mu? Yani adalet hem var mı, hem de toplum tarafından “var” olarak algılanıyor mu? Muktedirler, kendi mahallelerinde gerçekleşen hukuksuzlukları görmezden gelirken, karşıt görüşlü kesimleri baskı altına almak için yargı mekanizmasını siyasi bir aygıta dönüştürmeleri karşısında toplumun adalete güvenini nasıl tesis edebilirler?
Çünkü şeklen doğru işleyen bir süreç, eğer kamu vicdanında tarafsızlığına gölge düşmüşse, meşruiyetini kaybeder. Bu yalnızca sanığı ya da davayı değil, bütün bir hukuk sistemini etkiler. Adaletin zedelenmesi, bir domino etkisi yaratır: Önce güveni, sonra toplumsal barışı, nihayetinde de demokratik düzeni yıpratır.
Bu durum yalnızca bize özgü değildir. Latin Amerika'daki birçok ülkede benzer senaryolar yaşanmıştır. Nikaragua, Honduras ve Bolivya’da yürütmenin tahakkümü altına giren yargı kurumları, anayasal sınırları siyasi emirlere göre yeniden yorumlayarak iktidarların ömrünü uzatmıştır. Fakat bu süreçler, yargının bir kez siyasallaştığında nasıl halkın gözünde itibar kaybettiğini de göstermiştir.
Ne mutlu ki Meksika gibi bazı ülkeler, bu tehlikeyi bertaraf etmeyi başardı. Yargı erkini yürütmeden ayırarak, hukukun hem uygulanmasını hem de saygınlığını yeniden inşa etti. Çünkü orada da anlaşıldı ki: Adalet, yalnızca uygulanmasıyla değil; aynı zamanda adil olarak görünmesiyle anlam kazanır.
Tam da bu noktada, bir tarihsel gerçekliğe temas etmek gerekir. Hukuk normları, tarih boyunca egemenler için çoğu zaman evrensel bir değer değil, konjonktürel birer araç olmuştur. Bu davranış biçimi, kadim bir ikiyüzlülüğün modern izdüşümüdür. Tıpkı Kureyşli müşriklerin helvadan yaptığı putlar gibi: Acıktıklarında onları yerler, sonra dönüp arta kalana taparlardı. Güç sahipleri için hukuk da bazen böyle olur — gerektiğinde çiğnenir, gerektiğinde kutsanır. Hukuk, çıkarla çeliştiğinde yutulur; ama meşruiyet gerektiğinde yüceltilir.
Bu, hukuku bir inanç sistemi olmaktan çıkarır, onu bir çıkar sistemine dönüştürür. Oysa hukukun özü olan adalet yalnızca güçlülerin ihtiyaç duyduğunda sığındığı bir kalkan değil; herkes için, her koşulda geçerli olan bir düzenleyici ilkedir.
Türkiye’de bugün karşı karşıya olduğumuz en temel sorunlardan biri, tam da budur. Yargının bağımsızlığına olan inancın zayıflaması, kararların hukuki gerekçeden çok siyasi bağlamla değerlendirilmesi, toplumsal adalet duygusunu derinden sarsmaktadır. Bu sarsıntı sadece bireylerin değil, devletin de meşruiyet zeminini erozyona uğratır.
Toplum, yargıdan kusursuzluk talep etmez. Ancak bir beklentisi vardır: Hâkim, sadece kanuna göre karar versin. Ne talimat alsın, ne korkuyla hüküm versin, ne de gözünü başka yerden medet umarcasına dikleştirsin. Ve en önemlisi, bu süreçleri toplum da görsün, bilsin, içselleştirsin.
Çünkü nihayetinde adalet, sadece adli̇ye saraylarında dağıtılmaz; meydanlarda, zihinlerde, kalplerde yaşar. O yüzden “adalet yerini bulsun” demek, sadece gerçeğin değil, görünüşün de yerli yerinde olmasını gerektirir