Gökyüzünde birlik ve tekliği temsil eden Tevhid, yeryüzünde adaletin bizatihi kendisidir. Nasıl ki Tevhid, evrenin tek bir hakikat ve düzen üzerine kurulu olduğunu anlatıyorsa, adalet de bu düzenin yeryüzündeki somut yansımasıdır. Adaletin tesis edilmediği bir toplumda, Tevhid inancı da eksik kalır. Çünkü adalet, ilahi düzenin insanlıkla buluştuğu noktadır. Ne var ki, tarih boyunca bu hakikate sadık kalmak her zaman mümkün olmamıştır. Hukukçular, adaletin bekçileri olmaları gerekirken, çoğu zaman iktidarın gölgesinde kalmayı tercih etmiştir.
Tarih, iktidarların değişen yüzlerine tanıklık etti. Krallıklar, imparatorluklar, cumhuriyetler… Hepsi geldi ve geçti. Ancak hukukçuların güce boyun eğme eğilimi hiç değişmedi. Dün “şunlar büyük suçlar işledi” diyenler, bugün “bunlar adaletin karşısına çıkıyor” diyor, yarın ise başka bir düşman icat ederek aynı senaryoyu tekrarlıyor. Sahnede sadece figüranlar değişiyor; linç kalabalıkları ve bu tiyatronun seyircileri ise hep aynı kalıyor. Bu durum, tarihin tekerrür ettiğini gösteren acı bir gerçek.
Jeremy Bentham, yüzyıllar önce hukukçuları tarif ederken bu çelişkiyi şu sözlerle özetlemişti:
“Edilgen ve zayıf, her şeyi yutmaya ve her şeye razı olmaya hazır bir soy; doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğinden yoksun beyinler ve her ikisine de eşit kayıtsızlıkta duygular… Aklın sesine ve kamu yararına karşı sağır, erkin en küçük işaretine boyun eğici…”
Bentham’ın bu sözleri, yalnızca bir dönemin veya bir coğrafyanın hukukçularını değil, tarih boyunca güce itaat eden tüm hukukçuları tarif eder. Adaletin taşıyıcısı olması beklenen hukukçular, çoğu zaman güç dengelerinin arabulucusu olmuş, adalet ve hakkaniyet kavramlarını iktidarın çıkarına göre eğip bükmüştür.
İtaat etmenin konforu
Tarih, hakikati savunmanın cesaret gerektirdiğini gösterir. Ancak çoğu hukukçu, bu cesareti gösterememiştir. Adaleti savunmanın getirdiği ağır yük yerine, iktidara itaat etmenin getirdiği konfor daha cazip gelmiştir. İktidara itaat eden hukukçular, kendilerini güvende hisseder; çünkü güç, onlara korunaklı bir alan sunar. Ancak bu tavrın bedeli ağırdır. Vicdanını susturan bir hukukçu, adaletin değil; gücün sözcüsüne dönüşür.
İslam tarihinde de bu çelişkiye dikkat çekilmiştir. Hz. Ali, “Devletin dini adalettir” diyerek, adaletin yalnızca yargısal bir mesele değil; aynı zamanda bir yönetim ilkesi olduğunu vurgulamıştır. Adalet yoksa, Tevhid inancının da toplumsal anlamda bir karşılığı yoktur. Adalet, yeryüzünde Allah’ın birliğini ve düzenini simgeler. Bu yüzden adaletin olmadığı bir toplumda, Tevhid de eksik kalır.
Direnenler ve adaletin sonsuz mücadelesi
Tarih, yalnızca iktidara boyun eğenleri değil, aynı zamanda hakikatin ve adaletin yanında duranları da yazar. Hz. Hamza, zulüm karşısında direnişin ve hakikatin sesi olmuştur. Pir Sultan Abdal, Köroğlu ve Şeyh Bedreddin gibi isimler, halkın adalet arayışını temsil eden direniş figürleridir. Onlar, yalnızca birer tarihi karakter değil; vicdanın ve adaletin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu direniş, gökyüzündeki Tevhid inancının yeryüzündeki karşılığıdır. Adalet için mücadele edenler, hakikati savunmak uğruna kendi konforlarından vazgeçenlerdir. Halkın haklarını çiğneyen zorbalara boyun eğmek yerine, hakikati savunmayı tercih etmişlerdir.
Bu mücadele, tarihin her döneminde kendini tekrar eden bir döngü gibidir. Muaviye, iktidar hırsıyla adaleti çiğneyen bir figür olarak tarihe geçmiştir. Hz. Ali’nin adalet anlayışına karşı, gücünü siyasi entrikalarla pekiştirmiştir. Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. İktidarın gölgesinde kalan hukukçular, adaleti değil, gücün çıkarlarını koruyor. Muaviye’nin yaptığı gibi, adalet kavramı siyasi hesaplara kurban ediliyor. Ancak unutulmamalıdır ki, Muaviye’nin adaletsizliği tarih tarafından mahkûm edilmiştir.
Bugün de aynı tiyatro sahnelenmeye devam ediyor. Dün suçlananlar bugün kahraman ilan edilirken, dün kahraman olanlar hain diye yargılanıyor. Linç kalabalıkları, yalnızca bir özneyi değiştirerek aynı senaryoyu sergiliyor. Ancak bu kalabalıkları ve onların alkışladığı güçlüleri tarih pek hatırlamaz. Tarih, hakikatin ve adaletin yanında duranları yazar ve onların direnişi, insanlığın vicdanında yaşamaya devam eder.
Hakkaniyet: İlahî düzenin temeli
Adalet, yalnızca kanunların uygulanması değil; aynı zamanda gökyüzündeki ilahî düzenin yeryüzündeki temsilidir. Tevhid inancı, adaleti gökten yere indirir. Bu yüzden hakkaniyet, yalnızca insan aklının değil, ilahi bir yükümlülüğün de gereğidir. Kur’an-ı Kerim’de, zulümle mücadele ve adaletin tesisi sık sık vurgulanır:
“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Nisa, 135)
Bu ayet, bizlere adaletin yalnızca bir erdem değil, imanın bir gereği olduğunu hatırlatır. Adalet, Allah’ın emri ve yeryüzündeki düzenin temel taşıdır.
Sonuç: Hakikatin yanında duranlar hatırlanır
Her dönemde, adaleti güçlülerin emrine amade eden hukukçular kadar, o güce karşı direnen vicdan sahipleri de olmuştur. Tarih, bu iki grubun mücadelesini yazmaya devam ediyor. Ancak unutulmamalıdır ki, tarihin hafızasında hakikatin yanında duranlar anılırken, linç kalabalıkları bir toz bulutu gibi dağılır.
Bugün bizlere düşen, Hz. Hamza’nın cesaretini, Pir Sultan’ın adalet aşkını ve Bedreddin’in direnişini hatırlamaktır. Çünkü gökyüzünde Tevhid, yeryüzünde adalet demektir.
Adaletin sesi, tarihin her döneminde yankılanmaya devam edecektir. Ve unutulmamalıdır ki, her dönemin kendi adalet savaşçıları vardır. Tevhid’i gökyüzünde tasdik edenler, yeryüzünde de adaleti savunmaktan vazgeçmezler.