Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişinde yer alan “Her nefis ölümü tadacaktır” ayeti, insanlığın kaçınılmaz kaderini hatırlatır. Ancak günümüz Türkiye’sinde bu hakikat, ölüm öncesinde bireylerin “özgürlüklerinin tutuklanması” gerçeğiyle gölgeleniyor. Yargı mekanizmasının işleyişi, hukukun üstünlüğü ilkesini değil, özgürlüklerin sistematik olarak kısıtlanmasını beraberinde getiriyor. Artık suçun somut delillerle kanıtlanması gerekmiyor; bireylerin düşünceleri, mesleki faaliyetleri veya sanatsal üretimleri dahi tutuklama gerekçesi ya da gerekçesiz tutuklama nedeni olabiliyor. Artık tutuklama için suç işlemek bile gerekmiyor; bazen yalnızca düşünmek, konuşmak veya işini yapmak bile yeterli olabiliyor.

Tutuklamanın hukuki niteliği ve keyfileşen uygulamalar

Tutuklama kurumu, hukuki olarak “istisnai bir koruma tedbiri” iken, günümüzde siyasi veya ideolojik hatta ekonomik hedeflerin aracına dönüşmüştür. Suç şüphesi kuvvetli olmalı, deliller somut ve kaçma tehlikesi bariz olmalıydı. Bugün ise, suçun var olup olmaması önemsizleşti; önemli olan, kimin suçlu olarak görülmek istendiği.

Son yıllarda, tutuklamak için gerekli bu temel ceza usul ilkeleri giderek göz ardı edilmeye başlandı. Bir avukat, savunmasını yaptığı müvekkilinin sözleriyle özdeşleştiriliyor; bir gazeteci, haber yaptığı kişiyle suç ortaklığı içinde görülüyor; bir akademisyen, ülkenin resmi politikalarını eleştirdiğinde “terör propagandası” yapmakla suçlanabiliyor. Öyle ki, bir astrolog bile kehanetinin “tehlikeli” olup olmadığına dair mahkeme karşısına çıkabiliyor. Bu durum, sadece bireysel hak ve özgürlükleri değil, toplumun genel hukuk güvenliğini de tehlikeye atıyor.

Toplumsal algıda yargısız infaz: Tutukluluk = Suçluluk

Tutuklama süreçlerinin en çarpıcı sonucu, toplum nezdinde yaratılan “suçluluk paradigması”dır.   Bir kişiyi tutuklamak, çoğunlukla toplumda bir suçluluk izlenimi yaratma amacı taşımaktadır. Bu, birey hakkında henüz kesin bir hüküm verilmemiş olsa dahi, hapsedilmiş olmanın başlı başına bir suçluluk olarak algılanmasıyla sonuçlanmaktadır. Böylece, suçlulukla tutukluluk arasındaki bağ, toplumsal bilinçte derin bir yer edinir. Nitekim, insanlar her ne kadar beraat etse de bu süreçte toplum tarafından onun haksız bir algıyla suçlu olduğuna inanılır. Masumiyet karinesinin dahi işe yaramadığı bir toplumsal linç söz konusu olur ve bu da telafisi imkansız zararlara yol açar.

 Yıllar süren yargılamalar sonunda beraat etseler dahi mesleki itibarları, sosyal ilişkileri ve psikolojik sağlamlıkları geri döndürülemez biçimde zedeleniyor. Bu durum, devletin “cezalandırma tekelini” keyfi kullanmasının yanı sıra, bireyin onur ve itibarını koruma yükümlülüğünü de ihlal ediyor.

Tutuklu yargılama: Cezasız bir ceza yöntemi

İronik olan şu ki, “tutuklu yargılama” adı altında uygulanan bu sistem, aslında hüküm verilmeden infaz edilen bir cezalandırma yöntemine dönüşmüştür. İnsanlar, haklarında kesin bir mahkûmiyet kararı olmadan aylarca, hatta yıllarca hapiste tutulabiliyor. Ve sonunda, eğer serbest bırakılırlarsa, mahkeme salonlarında yalnızca bir cümleyle özetlenen süreç, geride paramparça olmuş hayatlar bırakıyor:

“Beraatine karar verilmiştir.”

Ama o esnada bir meslek bitmiş, bir aile dağılmış, bir gelecek kararmış oluyor. Kendi içinde çelişkili bu sistem, yargıyı bir adalet mekanizması olmaktan çıkarıp, toplumsal denetim aracına dönüştürüyor.

Çözüm: Hukuk devletinde ısrar ve yargı bağımsızlığı

Bu karanlık tablonun aydınlanması, ancak “hukukun evrensel ilkelerine dönüşle” mümkün olabilir. Tutuklama, ancak somut delillerle desteklenen “kaçma veya delil karartma riski” durumunda başvurulması gereken istisnai bir tedbir olmalıdır. Tutuklama, istisnai bir tedbir olmalı, keyfi bir cezalandırma aracı değil. Bağımsız yargı güçlendirilmeli, hukukun üstünlüğü kağıt üzerinde değil, gerçek hayatta var olmalı.

Yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, savunma haklarının genişletilmesi ve ifade özgürlüğünün anayasal güvence altına alınması hayati bir gerekliliktir. Aksi takdirde, Zincirlikuyu’daki o levhayı okuyan herkes, yalnızca bir ölüm gerçeğiyle değil, kendi özgürlüğünün de mezarlığa gömüldüğü düşüncesiyle yüzleşecektir. Çünkü hukukun çöküşü, özgürlüğün değil, kolektif bir kâbusun hüküm sürdüğü bir düzen yaratır. Eğer tutuklamalar, bir ülkede düşünmeyi, konuşmayı ve meslek icrasını cezalandırmanın yeni aracı hâline geldiyse, o toplumda herkes potansiyel bir mahkûma dönüşmüştür. Çünkü hukuk duvarları yıkıldığında, ortaya çıkan enkazın altında kalan biz oluruz.