Benjamin Netanyahu’nun aşırı sağa yaslanmış hükümeti ile Hamas arasında yapılan son ateşkes ve esir takası anlaşması, uluslararası hukukun savaş ve barış arasındaki hassas dengeleri nasıl yönettiğini diğer bir deyişle yönetemediğini bir kez daha gözler önüne serdi. 7 Ekim saldırılarının üzerinden yaklaşık on altı ay sonra 19 Ocak 2025’te yürürlüğe giren anlaşma ilk bakışta insani yardımların ulaştırılması ve sivillerin korunması açısından kritik bir dönüm noktası olarak görülmekteydi. Ancak bize göre gözden kaçırılan ana husus bu anlaşma boyutunda uluslararası hukukun temel normlarının ne ölçüde uygulandığının tartışmalı bir konu olmaya devam etmesidir. 

Ateşkesin hukuki temelleri ve ihlaller

Ateşkes, uluslararası insancıl hukukun (İHL) çatışmaların geçici olarak durdurulmasını düzenleyen güçlü bir enstrümanıdır. Savaşı felaket olarak nitelendiren dört ayrı uluslararası sözleşmeden oluşan ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri olarak adlandırılan düzenlemeler hangi şekilde olursa olsun savaştan etkilenen savaşa maruz kalan insanların, şeref ve haysiyetlerinin, ve haklarının korunmasını amacını ortaya koymakta ve savaşan tarafların sivilleri koruma yükümlülüğünü açıkça tanımlamaktadır. Buna uygun olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)  de verdiği pek çok kararında İsrail-Filistin sorununun barışçıl yollarla çözülmesine yönelik arayışları desteklemiştir. Ancak bu sözleşme ve kararların etkinliği, İsrail ile Hamas arasındaki anlaşma sonrasında yaşanan gelişmelerin gölgesinde kalmıştır. Anadolu Ajansı’na göre, ateşkesin yürürlüğe girmesinden bu yana geride kalan yaklaşık beş hafta içerisinde İsrail Ordusu, Başbakan Netanyahu’nun da bizzat katıldığı operasyon dahil olmak üzere 350’den fazla ihlal gerçekleştirmiş ve bu ihlallerde yüzden fazla Filistinli hayatını kaybetmiştir.

Henüz anlaşmadaki imzalar kurumadan ortaya çıkan bu ihlaller bir yandan uluslararası hukukun sürdürülebilirliğini sorgulatırken, diğer yandan da ateşkes mekanizmalarının zayıf noktalarını da gözler önüne sermektedir. Haliyle ateşkesin hukuki bağlayıcılığı, tarafların siyasi iradesine bağlı hale gelmektedir. Daha da vahimi B.M.G.K.’nin 242 sayılı kararı ve 1949 Cenevre Sözleşmesi bile tarafları etkili bir biçimde sınırlamaktan uzak kalmış, güçlü bir yaptırım mekanizması sunamamıştır.

Esir Takası: İnsani diplomasi mi, hukuki çıkmaz mı?

Esir takası, insani diplomasinin en hassas alanlarından biri olarak öne çıkıyor. 19 Ocak 2025’te başlayan süreç kapsamında, ilk altı turda İsrail hapishanelerindeki 1135 Filistinli esir ile Gazze’deki 19 İsrailli ve 5 Taylandlı esir serbest bırakıldı. Ancak, burada çok temel bir hukuki açmaz söz konusu:

 • İsrail’in idari tutuklama adını verdiği, kanıt sunmadan ve yargı süreci işletilmeden gerçekleştirilen üstelik süre sınırlaması da bulunmayan tutuklama uygulamaları 4. Cenevre Sözleşmesi’nin 71-76. Maddelerinin ihlali anlamına gelmektedir,

 • Hamas’ın İsrailli ve Taylandlı sivilleri alıkoyması ise Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Roma Statüsü’ne göre savaş suçu teşkil etmektedir.

Bu noktada, esir takasının hukuki çerçevesi bulanıklaşıyor. Bir tarafta hukuksuz ve denetimsiz tutuklamalar, diğer tarafta savaş suçlarıyla dolu bir tablo var. Üstelik esir değişimi, insani bir çözüm gibi görünse de, mevcut hukuki ihlallerin normalleşmesine yol açma riski taşıyor.

Uluslararası toplumun zayıflığı ve hukukun siyasallaşması

Bu süreçte Mısır ve Katar gibi bölgesel aktörlerin arabuluculuğu ön planda olsa da, uluslararası hukukun asli koruyucusu olması gereken Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) pasifliği dikkat çekici.

 • BM’nin etkisizliği: İsrail-Filistin meselesinde 1967’den bu yana alınan BMGK kararlarının çoğu uygulanmadı.

 • UCM’nin yetersizliği: Filistin 2015’te Roma Statüsü’ne taraf olsa da, İsrail UCM’nin yetkisini tanımıyor ve yargı süreçlerini bloke edebiliyor hatta ABD aracılığıyla Mahkeme üyelerine ve savcılarına yaptırımlar uygulanmasını da sağlayabiliyor.

Bu durum, uluslararası hukukun tarafsız ve bağlayıcı bir mekanizma olmaktan çok, büyük güçlerin politik çıkarlarına göre şekillenen bir araç hâline geldiğini gösteriyor.

Kalıcı barış için hukukun güçlendirilmesi şart

Ateşkesler ve esir takasları kısa vadede insani bir nefes alma alanı sağlasa da, kalıcı barışın temelini oluşturmaz. Uluslararası hukuk, yalnızca taraflar üzerinde siyasi baskı oluşturmakla değil, aynı zamanda yaptırımlarla güçlendirilmiş bir hukuk mekanizmasını etkin bir şekilde uygulamakla da yükümlüdür. Buna rağmen:

 • İsrail’in işgali sona erdirmesi: BMGK’nin 242 sayılı kararı açık ve kesin bir şekilde İsrail’in işgal altındaki topraklardan çekilmesini öngörmesine rağmen onlarca yıldır kağıt üzerinde kaldı.

 • BM Antlaşması’nın 1. maddesi, halkların self-determinasyon hakkı kapsamında Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı tanımasına rağmen, Filistin’in tam anlamıyla bir devlet olarak tanınması süreci halen tamamlanmadı.

Sonuç itibariyle son ateşkes ve esir takası anlaşması da dahil olmak üzere yaşanan gelişmeler, uluslararası hukukun İsrail-Filistin meselesinde bir ideal olmaktan çıkıp gerçek ve uygulanabilir bir norm hâline getirilmesi zorunluluğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu zorunluluk hayata geçirilmediği sürece her ateşkes, bir sonraki çatışmanın sadece ve sadece kısa bir molası olarak kalacaktır.