Türkiye’de anayasanın ilk dört maddesi, özellikle de laiklik ilkesi, tarih boyunca siyasal ve toplumsal gerilimlerin odağı olmuştur. Laiklik, devletin dini inançlar karşısında tarafsız kalmasını ve vatandaşların inanç özgürlüğünü güvence altına almayı hedefleyen bir anayasal ilkedir. Ancak, Türkiye’de laiklik anlayışı tarihsel süreçte dar bir çerçeveye sıkıştırılmış, zamanla dokunulmaz ve sorgulanamaz bir “kutsal norm” haline getirilmiştir. Bugün bu anlayışın tekrar ele alınması ve laikliğin temel amacına uygun bir şekilde yeniden yorumlanması gerekliliği kaçınılmazdır.
Bu çerçevede, “laikliğin laikleştirilmesi” düşüncesi, sadece teorik bir tartışma değil; hukuk devleti, çoğulculuk ve bireysel haklar açısından somut bir ihtiyaçtır. Laiklik, bir ideoloji değil, demokratik bir yönetim düzeninin hukuki temelidir. Ancak bu temel, keyfi uygulamalara dayanak oluşturduğunda ya da siyasal olarak araçsallaştırmaya açık hale geldiğinde, laikliğin özünü yitirdiği ve devletin meşruiyet krizine sürüklendiği görülmektedir.
Laikliğin arka planı ve amacı
Laiklik, özellikle Fransız Devrimi sonrasında, dinin devlet yönetiminde baskın bir rol oynadığı teokratik düzenlere bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde devlet otoritesi, dini kutsallık temelinde meşrulaştırılarak bireylerin temel hak ve özgürlükleri ihlal edilmiştir. Laiklik ilkesi ise bu kutsallık zırhını ortadan kaldırarak devletin hesap verebilirliğini artırmayı ve bireylerin özgürlüklerini güvence altına almayı amaçlamıştır.
Laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılmasından ibaret bir ilke değildir. Temel hedefi, devletin tarafsız ve denetlenebilir bir yapı kurmasını sağlayarak keyfi uygulamaları önlemek ve tüm vatandaşlara eşit mesafede durmasını sağlamaktır. Diğer bir ifadeyle, laiklik din karşıtlığını değil, herhangi bir unsurun kutsallaştırılması sonucunda ortaya çıkabilecek sorgulanamazlık anlayışını engellemeyi hedefler.
Bu çerçevede laiklik, devletin din başta olmak üzere herhangi bir kutsal kavrama karşı nötr bir tutum sergilemesini zorunlu kılar. Başka bir ifadeyle, devletin bir dini olamaz; ancak bir dini olacaksa, bu adalet olmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde laiklik, modernleşme projesinin temel taşlarından biri olarak benimsenmiştir. Ancak, bu süreçte laiklik, devletin ideolojik bir aracı haline gelmiş ve dini inançların kamusal alandaki görünürlüğü baskılanmıştır. Bu durum, laiklik ilkesinin özünden saparak toplumsal farklılıkları yönetmek yerine belirli bir ideolojik çerçeveyi dayatmaya dönüşmesine neden olmuştur.
Türkiye’de laikliğin amacından saptırılması
Günümüzde Türkiye’de laiklik, başlangıçtaki özgürlükçü anlamından sapmış ve neredeyse dokunulmaz bir tabu haline getirilmiştir. Laiklik adına yapılan bazı uygulamalar, bireysel hak ve özgürlükleri ihlal etmiş; dini inançların kamusal alandaki varlığı “tehdit” olarak görülmüştür. Bu durum, laikliğin bizzat kendi amacına aykırı bir noktaya evrildiğini göstermektedir.
Laikliğin bu şekilde kutsallaştırılması, aslında seküler değerlerin dogmalaşmasına yol açmıştır. Dini dogmaların yerini, profan dogmalar almıştır. Dinin siyasal araçsallaştırılmasına karşı çıkan laiklik ilkesi, bu kez laiklik adı altında siyasi araçsallaştırmaya uğramıştır. Başörtüsü yasakları, ibadet özgürlüğüne getirilen sınırlamalar gibi laikliğin keyfi bir araç haline geldiğinin somut örnekleridir.
Bu bağlamda, laiklik ilkesinin amacına uygun bir şekilde yeniden yorumlanması ve hukukun evrensel ilkeleriyle uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir. Laikliğin evrensel hukuki çerçevede ele alınması, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması açısından hayati bir önem taşımaktadır.
Laiklik nasıl laikleştirilebilir?
Laikliğin laikleştirilmesi, temelde iki temel adımı içermektedir:
1. Devletin Tarafsızlığı Yeniden Tanımlanmalıdır
Devlet, hiçbir inanca veya inançsızlığa ayrıcalık tanımamalı; vatandaşlarının dini veya seküler tercihleri karşısında mutlak bir tarafsızlık sergilemelidir. Bu tarafsızlık, sadece devlet kurumlarında değil; hukuk sisteminin her aşamasında hayata geçirilmelidir. Devlet, inanç özgürlüğünü güvence altına alırken, bireylerin kamusal alandaki inanç pratiklerini de korumalıdır.Ayrıca, dini kurumlar laiklik ilkesinin amacına uygun şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
2. Laiklik Evrensel İnsan Haklarıyla Uyumlulaştırılmalıdır
Laiklik anlayışı, sadece bir toplumsal denge unsuru değil; evrensel insan haklarının bir parçası olarak görülmelidir. İnanç özgürlüğü, laikliğin bir parçası olarak ele alınmalı ve bu özgürlük hiçbir keyfi müdahaleye maruz kalmamalıdır. Özellikle kadınların dini sembolleri kullanma hakkı gibi konularda, bireysel özgürlükler her zaman devletin müdahalesinden korunmalıdır.
Özgürlükçü ve Çoğulcu Bir Türkiye için Laikliğin Bizatihi Kendisi Laikleştirilmelidir.
“Laikliğin laikleştirilmesi” anlayışı, özgürlükçü ve çoğulcu bir laiklik modelini benimsemeyi gerektirir. Bu model, toplumsal barışı güçlendirecek ve bireysel hak ve özgürlükleri koruyacaktır. Laiklik, hiçbir ideolojinin tekelinde olmayan, toplumsal denetimi ve hesap verebilirliği esas alan bir hukuki ilke olarak yeniden tanımlanmalıdır.
Türkiye’nin yeni anayasa tartışmalarında, laiklik ilkesi evrensel insan hakları ve demokratik çoğulculuk perspektifiyle ele alınmalıdır. Bu anlayış, toplumu ayrıştıran değil; birleştiren bir model sunabilir. Laiklik, bireylerin inanç özgürlüklerini kısıtlayan bir araç olmaktan çıkarılarak, tüm vatandaşlara eşit özgürlük alanı sağlayan bir anayasal güvence haline getirilmelidir.
Sonuç olarak, laikliğin temel amacı, devletin keyfi müdahalelerini engellemek ve bireylerin inanç özgürlüklerini güvence altına almaktır. Ancak laikliğin dogmalaştırılması, bu temel amaca aykırı sonuçlar doğurmuştur. Bu nedenle, laikliğin laikleştirilmesi, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde kritik bir adım olacaktır. Bu adım, özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumsal düzenin inşasında kilit bir rol oynayacaktır.
Yeni Anayasa İçin Bir Çağrı: Demokratik Laiklik
Türkiye’nin anayasa tartışmaları, laiklik ilkesini demokratikleşme perspektifiyle ele almak için bir fırsattır. Laikliğin laikleştirilmesi, sadece teorik bir gereklilik değil; bireysel hak ve özgürlükleri genişleten somut bir ihtiyaçtır. Bu çağrı, Türkiye’nin çoğulcu ve demokratik bir hukuk devleti olma yolundaki en önemli adımlarından biri olacaktır.