Çocuk cinayetlerine verilen tepkilerin önemli bir kısmı, failin yaşına kilitleniyor. “Büyük ceza verilsin! İdam gelsin!” diyenlerle “Suça sürüklenen çocuk korunmalı!” diyenler arasında amansız bir kutuplaşma yaşanıyor. Oysa bu tartışmaların ortasında, asıl sorulması gereken sorular sessizliğe gömülüyor.
Bir çocuk öldürüldüğünde, yalnızca bir hayat sona ermez; toplumun vicdanı da paramparça olur. Bu tür cinayetler, sıradan birer suç değil; toplumun en savunmasız üyelerinin korunamamasına dair bir ifşadır. Ancak son yıllarda yaşanan çocuk cinayetlerine baktığımızda, toplumun adalet refleksinin ne kadar seçici ve yüzeysel işlediğini, acının dahi eşit yaşanmadığını görüyoruz.
Bazı çocukların ölümü manşetlere taşınır, sosyal medyada infial yaratır, siyasiler ekranlarda nutuk atar. Peki ya diğerleri? İsmini bile bilmediğimiz, fotoğrafı bile yayınlanmayan, arkasında bir kamuoyu baskısı oluşmayan çocuklar? Onlar sadece birer sayı, sessiz bir istatistik olarak kayıtlara geçer. Oysa her çocuğun ölümü aslında bütün insanlığın ölümü değil midir?
Medyanın seçtiği mağdurlar
Sadece son iki buçuk yılda 133 çocuk öldürüldü, 66.000 çocuk cinsel istismara uğradı. Ancak yalnızca birkaçının ismi hafızalara kazındı. Mattia Ahmet Minguzzi ya da Narin gibi vakalar, kamuoyunda geniş yankı buldu. Onlar için kampanyalar düzenlendi, adalet talepleri yükseldi. Ama aynı süre içinde benzer şekilde hayatını kaybeden 131 çocuk, haber değeri taşımadığı için gündeme dahi gelemedi.
Bu çifte standart, yalnızca medyanın değil; toplumun da aynasıdır. Paylaşılabilir ve tüketilebilir trajediler üzerinden oluşan seçici vicdan, adaletin ruhunu zedelemektedir. Bir çocuğun hayatı, yalnızca duygusal içerikle pazarlanabildiğinde mi değer kazanır?
Failin yaşına takıntı, maktulün unutulan hakları
Çocuk cinayetlerine verilen tepkilerin önemli bir kısmı, failin yaşına kilitleniyor. “Büyük ceza verilsin! İdam gelsin!” diyenlerle “Suça sürüklenen çocuk korunmalı!” diyenler arasında amansız bir kutuplaşma yaşanıyor. Oysa bu tartışmaların ortasında, asıl sorulması gereken sorular sessizliğe gömülüyor:
Bu çocuklar neden korunamadı? Devletin sosyal hizmet mekanizmaları, eğitim sistemi, kolluk kuvvetleri nerede eksik kaldı? Toplum olarak biz, bu cinayetlerin önlenmesi için ne yaptık?
Failin yaşı ya da cezası tartışılırken, maktulün kaybı arka planda kalıyor. Oysa gerçek adalet, yalnızca suçluyu ıslah etmeyi değil; kurbanı, onun korunamayan yaşam hakkını da öncelemek zorundadır.
Çocuk Ölümleri Üzerinden PR Savaşları Bir diğer rahatsız edici gerçeklik ise, bazı çocuk cinayetlerinin kişisel halkla ilişkiler ve tanıtım aracı olarak kullanılması. Sosyal medyada yüksek sesle “adalet” talep edenlerin bir kısmı, benzer vakalarda suskun kalabiliyor. Tepkiler, görünürlüğe göre şekilleniyor. Acıdan siyasi pozisyon ya da sosyal etki üretmeye çalışan bu aktörler, aslında çözüm üretmekten çok, sorunun parçası haline geliyor.
Adalet adına atılan her adım, samimiyet testinden geçmelidir. Aksi takdirde çocukların ölümü, kamuoyunun ilgi ve tüketim aracı haline gelir. Bu ise adaletin değil, istismarın alanıdır.
İnfaz sisteminin çelişkileri ve cezasızlık algısı
Toplumun artan öfkesinin bir kaynağı da infaz yasasındaki dengesizliklerdir. Ağır suçlardan mahkûm olan faillerin kısa sürede tahliye edilmesi, cezaların sembolikleşmesi, kamu vicdanını derinden yaralamaktadır. Ancak bu haklı tepki, suça sürüklenen çocuklara “büyüklere mahsus” cezalar istemekle karşılık bulamaz. Çünkü bu yaklaşım, hukuku bireysel öfkeye ve intikam arayışına indirger.
Asıl yapılması gereken, infaz rejiminin gözden geçirilmesidir. Cezanın caydırıcılığı, yalnızca hükümle değil; infazın ciddiyetiyle sağlanır. Adalet, maktul çocuğun hakkını koruyacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Çocukluk ve ceza hukuku arasındaki kırmızı çizgi
Çocukluk ile erişkinlik arasındaki ayrım, ceza adaletinin en temel kurucu unsurlarındandır. 18 yaş sınırı, yalnızca idari değil; pedagojik, nöro-psikolojik ve hukuki bir birikimin ürünüdür. Suça sürüklenen çocukları erişkin gibi cezalandırmak, yalnızca bireysel bir yanlışı değil; sistemin genel ilkelerini çökertmeyi de beraberinde getirir.
Çocukların cezai sorumluluğu, öfkeye göre değil; bilimsel veriler, gelişim düzeyi ve onarıcı adalet ilkeleri üzerinden değerlendirilmelidir. Aksi takdirde hukuk, toplumsal linç kültürünün aracı haline gelir.
Gerçek adalet için unutulmaması gerekenler
Bir çocuğun hayatı, yalnızca öldürüldüğünde değil; yaşatılamadığında da toplumun sorumluluğundadır. Medyanın görmediği, siyasetin konuşmadığı, toplumun suskun kaldığı her çocuk ölümü, adalete atılan kara bir çentiktir. Bugün Mattia ve Narin için haykıran bir toplum, ismini bilmediği çocuklar için de aynı öfkeyi, aynı vicdanı taşıyorsa, adaletten söz edebiliriz. Aksi halde, adalet duygumuz yalnızca bir yankı odasından ibaret kalacaktır.
Unutmayalım: Adalet, sadece failin cezası değil; maktulün hayatının değeri, toplumun sessizliğinin yargılanması ve sistemin hesap vermesidir. Ve her zaman geçerli tek bir cümle vardır: "Bir çocuğun ölümüne sessiz kalan, bir sonrakine ortaktır.”