Haksızlık, kimliğe göre meşrulaştırıldığında; adalet sessizliğe gömülür.

Bir ülkede adalet duygusu, yalnızca belirli kesimlerin acılarına odaklanıyorsa, orada hukuk da, vicdan da tarafsızlığını kaybetmiş demektir. Mağduriyet, zamanla ortak bir insanlık meselesi olmaktan çıkıp, ait olunan kimliğe göre kutsanan ya da küçümsenen bir hale gelirse; hak talebi yerini kimlik savaşına bırakır.

Farklı toplumsal kesimler, yalnızca kendi mağduriyetlerine odaklanıyor; başkalarının uğradığı haksızlıklara ya sessiz kalıyor ya da haklılık arıyor. Oysa hukuksuzluk, muhatabına göre anlam ve değer değiştiremez. Değiştiği an, adı hukuk değil, ayrıcalıktır.

Silivri Cezaevi Duruşma Salonlarında Tanık Olduğum Gerçek

2017 yılında Silivri Cezaevi’nde, avukat olarak takip ettiğim bir duruşma günü, iki yan yana mahkeme salonu bana adalet anlayışımızın çarpıcı bir özetini sundu.

Bir salonda FETÖ üyeliğinden yargılanan bir sanık, “Biz PKK’lı teröristler gibi değiliz!” diye bağırıyordu. Aynı anda diğer salonda PKK davasındaki bir sanık, “Biz FETÖ’cü hainlerden değiliz, biz terörist değiliz!” diyerek kendini savunuyordu.

Her iki tarafın da temel savunması aynıydı: “Biz onlar değiliz.”

Yani suç isnadının içeriğinden çok, karşıt kimliği hedef göstererek kendini aklama çabası… Oysa suç, ideolojiyle değil; delille, hukukla ve hakkaniyetle yargılanmalıdır.

Bu savunmalar yalnızca sanıkların değil, toplumun büyük bir kesiminin zihninde yer etmiş çifte standardın dışavurumuydu.

“Biz terörist değiliz!” diye bağıran masumiyetler

Ekrem İmamoğlu’na verilen tutuklama kararının ardından düzenlenen protestolarda gözaltına alınan bazı gençlerin polise şu sözleri hafızalara kazındı:

“Bize böyle davranamazsınız, biz terörist değiliz!” Yine sosyal medyada birçok kişi bu gençler terörist değil; böyle muamele yapamazsınız, diyordu.

Bu cümlede yankılanan şey, hukukun üstünlüğü değil; kimliğe göre değişen bir mağduriyet anlayışıydı. Mesaj açıktı: “Bu hukuksuzluk bize uygulanmamalı çünkü biz doğru taraftayız.” Oysa hukuk dışı muamele, kime yapılırsa yapılsın, eşit derecede yanlıştır. Eğer sessizlik, sadece öteki kimliğe yapılan haksızlıklar karşısında tercih ediliyor; ancak sıra “bizden” birine gelince ses yükseliyorsa, bu adalet arayışı değil, pozisyon korumasıdır.

Kayyum politikası ve seçici vicdan

11 Eylül 2016'dan beri  BDP, HDP ve bugün için DEM Partili onlarca belediyeye kayyum atandı, milyonlarca seçmenin kendi seçtiği belediye başkanı yerine atanmış memurlarca yönetilmesine yol açan bu açık demokrasi ihlali karşısında geniş çevreler suskun kaldı. Hatta bazıları, bu uygulamayı hukuken meşrulaştırmak için çaba harcadı. Ancak aynı kişiler, CHP’ ye yönelik benzer bir müdahalede, yüksek sesle “hukuk devleti”, “milli irade” ve “seçme hakkı” kavramlarını dillendirmeye başladılar.

Adaletin bu kadar parçalı algılandığı bir düzende, mağduriyetin samimiyeti de sorgulanır hale gelir. Sessizlikle geçiştirilen bir haksızlık, gelecekte başkasının değil, bizzat susanların başını eğdirir.

“Başta Ermeni’yi dövdürmeyecektik”

Bu zihinsel çarpıklığı anlatan en sade ve en etkileyici anlatımlardan biri, halk arasında anlatılagelen şu hikâyedir:

Bir Ermeni, bir Kürt ve bir Türk birlikte bir erik bahçesine girer. Tam erikleri yerken, bahçenin sahibi çıkagelir. Önce Ermeni’ye döner: “Sen benim din kardeşim değilsin, ne hakla eriklerimi yersin?” der ve döver. Ardından Kürt’e yönelir: “Bu adamla aynı millettenim, sen nasıl erik yersin?” diyerek onu da döver. En sonunda Türk’e döner: “Bahçe benim, ben ektim, sen ne hakla yersin?” deyip onu da döver. Üçü bir köşeye oturur. Dayağı yemiş Türk’ün aklına bir şey gelir ve şöyle der: “Biz başta Ermeni’yi dövdürmeyecektik.”

Bu fıkra, hukuksuzluğa “ötekine yapılıyor” diye göz yumanların, bir gün aynı hukuksuzlukla yüzleştiğinde neden şaşırmaması gerektiğini çok yalın biçimde anlatır. Adalet, ilk fırsatta çiğnendiğinde değil, ilk sessizlikte kaybedilir.

Gerçek adalet: Sempati değil, evrensellik

İnsan hakları, sadece sempatik bulduklarımız için geçerli olduğunda değil, en tahammül edemediklerimiz için de savunulduğunda değer taşır. Gerçek hukuk devleti, sadece belirli kesimlerin değil, herkesin hakkını koruma gücüne sahiptir.

Bugün bir protestoda polisin müdahalesine karşı çıkanların, başka bir yerde yaşanan aynı ihlale sessiz kalması; ya da bir bölgede yapılan kayyum atamasını alkışlayanların, benzeri bir uygulama kendi partilerine yapıldığında “demokrasi katledildi” diye feryat etmesi…

İşte bu, tarafgirliğin adaleti nasıl yok ettiğinin en net göstergesidir.

Adalet ya herkese vardır ya hiçbirimize

Hukuk, kimliğe göre işlemeye başladığında, artık o sistemin adı adalet değildir. Hukuk bir grubun zırhı, diğerinin zinciri haline gelirse, güven duygusu yıkılır. Bir mahallede başlayan hukuksuzluk, zamanında durdurulmazsa, eninde sonunda tüm topluma yayılır.

2010’larda bazı gazeteciler susturulurken “zaten şöyleydi” diyerek sessiz kalanların, yıllar sonra kendi fikirleri yasaklandığında şaşkınlığa düşmeleri, bu döngünün en net örneğidir.

Son söz: Vicdanın coğrafyası olmaz

Toplumu onaran şey, kimliklere, inançlara ya da siyasi yönelimlere bakmaksızın her insanın hakkına aynı duyarlılıkla yaklaşabilmektir. Bir çocuk gözaltında kaybolduğunda, acının hangi sokakta yaşandığına değil, kimin yaşadığına bakılmaksızın yürek sızlamalıdır. Çünkü “öteki” olarak tanımlanan, bir gün sen olabilirsin.

Adalet, dili, dini, görüşü ne olursa olsun, herkesin eşit durduğu bir zemindir. Onun kıymeti, yalnızca “bize” değil, “herkese” ait olduğunda ortaya çıkar.

Yıkılsın o görünmeyen duvarlar; yalnızca belirli seslerin yankılandığı değil, herkesin sesinin duyulabildiği bir düzen kurulsun.

Çünkü adalet, ya hepimiz için vardır, ya hiçbirimiz için yoktur.

Ve bu ortak yaşamın en hayati damarı, şüphesiz ki adalettir.