Türkiye’de yapılan genel af ve mevzuat değişikliği çağrıları, yıllardır devam eden ve sayısız hak ihlali kararına neden olan ceza yargılamaları pratiğinden ayrı düşünülmemelidir.

Son günlerin en çok konuşulan konusu; genel af ve çözüm süreci. Bilindiği üzere ülkemizde yaşanan 15 Temmuz hadisesi, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları adına belki de tarihinin en kötü dönemine girmesine neden olmuştur.

Sayısız ihraç ve gözaltı dalgası, işkence iddiaları, uzun tutukluluklar ve bunlardan doğrudan ve dolaylı olarak etkilenen milyonlarca insan. Hiç şüphesiz ki bu süreçten Kürtler, Kürt siyasetçi ve aydınlar da en ağır şekilde etkilenmiştir. Çatışmaların yeniden başlamasından, Demirtaş ve pek çok Kürt siyasetçinin tutuklanmasına, belediyelere kayyım atanmasına kadar yaşanan her şey, çatışmaların son bulmasına ve demokratik toplum ideallerinin yükselmesine dair umutları adeta yok etmiştir. Türkiye hala bu distopik atmosferde yol alamaya devam etmektedir. Ülkemizde, tarihi boyunca görülmemiş sayıda ve kitlesel hak ihlalleri yaşanmakta, seçilmiş siyasetçiler politik gerekçelerle gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Bugünlerde Türkiye’nin son yerel seçimlerde en çok oyu almayı başarmış ana muhalefet partisi lideri Özgür Özel, içinde bulunulan durumu bir “otokrasi” olarak tanımlamakta ve Türkiye’de rejim değişikliği yaşandığını savunmaktadır. Türkiye’de demokrasi ve insan hakları durumu bu şekilde her geçen gün kötüye giderken, esasen yurttaşların hiç beklemediği biçimde, 22.10.2024’te MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, Öcalan’ın tecridinin kaldırılması ve meclise gelerek PKK’nın silah bıraktığını açıklaması yönünde bir çağrı yaptı. O gün itibariyle Türkiye 2. Barış sürecine girmiş oldu. Bu barış süreci devam ederken, süreci destekleyen tüm siyasilerin, hukukçuların ve aydınların bir diğer ortak çağrısı da, sürecin bir “genel af” ile neticelendirilmesi gerektiği, dünyadaki örnekler esas alındığında, genel af ve beraberindeki hukuki düzenlemeler olmaksızın sürecin tamamlanamayacağı yönündedir. Bu doğrultudaki talepler ve çalışmalar hala devam etmektedir. Türkiye’de çözüm süreçlerinde ilk günden beri karşılaştığımız en önemli sorun, yasal çerçeve yokluğudur. Ülkemizdeki mevzuat çerçevesinde, yapılan görüşmelerin, verilen sözlerin hiçbir gerçekçi ve bağlayıcı karşılığı bulunmamaktadır. Hatta ülkemiz mevzuatında bu görüşmelerin yapılabilmesinin dahi bir sistematiğe bağlanmadığı açıktır. Bu nedenle atılan tüm adımlar, politik saiklerle atılmaktadır.

Barış süreçlerinin yasal çerçevesini inceleyenler, barışın üç aşamada gerçekleştiğini söylerler. Bunlardan birincisi görüşme öncesi aşamadır ki, bu aşama genellikle gizli yürütülür. İkinci aşama ise, çatışmanın çıkmasına sebep olmuş faktörlerin belirlenmesi ve çatışmanın yeniden başlamasını önleyecek yasal değişimlerin müzakeresi ve kararlaştırılması aşamasıdır. İşte bu aşamada yasal düzenlemeler ve genel af talepleri yoğunlukla gündeme gelmekte ve bu hususlarda ön çalışmalar yapılmaktadır. Türkiye’de devam etmekte olan sürecin, bu ikinci aşamanın başında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Barış süreçlerinin son aşaması yasallaşmadır. Yani bundan böyle içinde yaşanacak olan toplumsal ve siyasal yapının karara bağlanmasıdır. İncelemeler, bu aşamanın en zorlu süreç olduğunu göstermektedir. Zira bu süreçte devletlerin esas itibariyle “fedakârlık” yapacağı aşamaya gelinmiştir. Esaslı Anayasa değişikliklerinden, genel affa ve bir dizi hukuki düzenlemeye kadar devam edecek olan bu süreç, barışın kalıcı olmasının teminatı olacaktır.

Barış süreçlerinin genel af ve yasal düzenleme ile neticelenmesine ne güzel örneklerin başında, İRA ile İngiltere arasında yapılan Kuzey İrlanda Anlaşması gelmektedir. Anlaşma ile çatışmalar kesin olarak sonlanmış ve IRA silah bırakmaya razı olurken, İngiltere de, IRA mahkûmlarını serbest bırakmayı, Kuzey İrlanda'dan askerlerinin bir bölümünü çekmeyi, Kuzey İrlanda'ya yerinden yönetim hakkı vermeyi kabul etmiştir. Bu noktada pek çok akademisyen, IRA'nın silah bırakmayı kabul etmesinde İngiltere'de siyasi tutukluların tahliyesinin kabulünün çok önemli bir etken olduğu konusunda hemfikirdir.

Türkiye’de yapılan genel af ve mevzuat değişikliği çağrıları, yıllardır devam eden ve sayısız hak ihlali kararına neden olan ceza yargılamaları pratiğinden ayrı düşünülmemelidir. Türkiye’de mevcut “terör suçu” anlayışı ile hiçbir silahlı eylemi bulunmayan insanlar, aşırı devletçi ve güvenlikçi bir bakış açısıyla kolaylıkla “silahlı terör örgütü üyesi” olarak kabul edilebilmekte ve infazı yılları bulan mahkumiyet kararlarıyla cezalandırılabilmektedir. Bu “terör suçu” anlayışı yalnızca Kürtleri değil, tüm yurttaşları tehdit eden ve kolaylıkla, öngörülemez biçimde hedef haline getiren bir anlayıştır. Hali hazırda yürütülen “terör” konulu yargılamalarda en büyük hedef haline gelmiş olan grup ise KHK’lılardır. Yüz binlerce insan, yalnızca bir bankaya para yatırdığı, yasal sendikal faaliyetler yürüttüğü, açık derneklere üye olduğu gibi gerekçelerle silahlı terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla yargılanmış ve haklarında mahkumiyet kararları verilmiştir. Tamamı yasal ve sıradan faaliyetler nedeniyle, geçmişe dönük olarak öngörülemez biçimde yargılanmış bu insanların, Türkiye,’nin de imzacısı olduğu Avrupa İnsan hakları Sözleşmesinde tanımlı haklarının ihlal edildiği, bu ihlalin sistematik ve kitlesel bir hal aldığı ise AİHM Büyük Dairesinin kesin olarak verdiği Yalçınkaya v. Türkiye kararı ile sabit hale gelmiştir.

AİHM yalnızca Yalçınkaya v. Türkiye kararında değil, 15 Temmuz sonrasında verdiği “terör” konulu tüm kararlarında, Türkiye’deki “terör” tanımını ve anlayışını eleştirmiştir. Gelinen aşama itibariyle, bugüne dek süregelen yargı pratiğinden farklı olarak parlamentonun bu hukuka aykırı terör anlayışını ortadan kaldıracak yasal düzenlemeyi yapması gerekmektedir. Bunun tek yolu ise genel aftır. Özetle Türkiye’de “terör suçları” söz konusu olduğunda, bir hukuk güvenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Bu haliyle kalıcı bir barışın sağlanması da mümkün değildir. Bu nedenle bir an evvel, en azından yasal düzenlemelerin yapılacağı, “terör suçu” anlayışında AİHM kararlarının esas alınacağı yönünde adımlar atılmalı, barışa giden yoldan asla dönülmemelidir.