Kayyım uygulamalarının hukuki dayanağı olarak gösterilen 674 sayılı KHK, OHAL döneminde çıkarılmış ve geçici olması gereken yetkileri kalıcılaştırmıştır. Oysa Türkiye, normalleştiğini iddia ettiği 2018 sonrası dönemde bile bu KHK’yı iç hukuka fiilen monte etmiş; kayyım uygulamalarını olağan hale getirmiştir.
Yerel yönetimler, halk iradesinin somutlaştığı en temel siyasal alanlardır. Ancak Türkiye’de son yıllarda seçilmiş belediye başkanlarının “terörle iltisak” gibi soyut ve yargı kararıyla teyit edilmemiş suçlamalarla görevden alınarak yerlerine temelde memur olan kaymakam ve valilerin kayyım olarak atanması, artık münferit değil, sistematik bir demokrasi ihlali halini almıştır. Kayyım uygulamaları, yalnızca yerel özerkliği değil; Anayasa, uluslararası hukuk ve seçmen iradesini hedef alan çok katmanlı bir hukuk krizidir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 127. maddesi, yerel yönetimlerin seçilmişliği esas alarak yalnızca görevle ilgili suçlar nedeniyle geçici olarak görevden uzaklaştırılabileceklerini öngörür. Ancak son yıllarda Diyarbakır, Van, Mardin, Hakkari ve birçok diğer DEM Partili belediyede yaşananlar ile Şişli ve Beylikdüzü gibi CHP belediyelerinde yaşananlar, Anayasa’nın bu hükmünün açıkça ihlal edildiğini gösteriyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, demokratik rejimlerin en temel taşı olan seçmen iradesine ilişkin koruma mekanizmalarını defalarca teyit etmiştir. AİHS’in 1 No’lu Ek Protokol’ün 3. maddesi, serbest seçim hakkını güvence altına alırken, bu hakkın yalnızca sandığa gitme değil, seçilen temsilcinin görevde kalmasını da kapsadığını belirtmiştir
OHAL’in hayaleti ve kalıcı hukuksuzluk
Kayyım uygulamalarının hukuki dayanağı olarak gösterilen 674 sayılı KHK, OHAL döneminde çıkarılmış ve geçici olması gereken yetkileri kalıcılaştırmıştır. Oysa Türkiye, normalleştiğini iddia ettiği 2018 sonrası dönemde bile bu KHK’yı iç hukuka fiilen monte etmiş; kayyım uygulamalarını olağan hale getirmiştir.
Belediye Kanunu’nun 45. ve 46. maddeleri, görevden alma ve yer tayini hususunda belirsiz ifadeler içermekte “hukuki öngörülebilirliğin yokluğu” nedeniyle temel hak ihlali doğurmaktadır. Üstelik bu muğlaklık siyaset sahnesinde ilginç görüntüler yaşanmasına da neden olmuştur. Hakkında devam eden dava ve soruşturmalar gerekçe gösterilerek 4 Kasım 2024'te üçüncü kez görevden alınan ve yerine bir kez daha kayyum atanan Mardin büyükşehir belediye başkanı Ahmet Türk, yaklaşık bir ay sonrasında imali Heyeti’nin üyesi olarak TBMM başkanı Kurtulmuş’tan, MHP genel başkanı Bahçeli’ye kadar pek çok yetkili isimle görüşmeler gerçekleştirmiştir.
Yerel meclislerin devre dışı bırakılmaktadır
Belediye başkanının görevden alınması durumunda, mevzuat uyarınca meclisin yeni bir başkan seçmesi gerekir. Ancak kayyım uygulamalarında bu hüküm tamamen askıya alınmakta, seçilmiş meclis üyeleri görmezden gelinmektedir. Bu durum, Anayasa’nın ötesinde Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın da açık ihlalidir.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın 3. ve 8. maddeleri, yerel yönetimlerin seçilmiş organlarının yalnızca yasalarla sınırlandırılabileceğini ve keyfi biçimde görevden alınamayacağını hükme bağlar. Türkiye’nin 1991 yılında imzalayıp 1992’de yürürlüğe koyduğu bu uluslararası metin, bugün kâğıt üzerinde kalmıştır.
Yine Avrupa Konseyi’nin Venedik Komisyonu, 2016 ve 2020 tarihli görüşlerinde kayyım uygulamalarını, “demokratik temsilin ortadan kaldırılması” olarak tanımlamış; özellikle OHAL sonrası süren bu uygulamaların hukuki meşruiyetini sorgulamıştır. BM’nin yerel demokrasi ve ifade özgürlüğü özel raportörleri ise Türkiye’ye gönderdiği yazılı uyarılarda “siyasi saiklerle görevden alma”ların demokrasiye telafisi güç zararlar verdiğini belirtmiştir. Tüm bu iç ve dış hukuk verileri ortadayken, kamuoyunun geniş kesimlerinde oluşan sessizlik, meselenin sadece hukuki değil, aynı zamanda kültürel ve etik bir krize dönüştüğünü göstermektedir. Zira halk iradesinin sistematik biçimde gasp edilmesine karşı duyarsızlaşan toplum, kendi geleceğini de sessizce yitirmektedir.
Sandığın gölgesinde seçimsiz bir rejim yürürlüktedir
Bugün Türkiye’de seçimler hâlâ yapılmakta, sandıklar kurulmaktadır. Ancak seçmenin iradesi, devletin kendi atadığı bürokratlarla bertaraf edilmekte; halkın seçme ve seçilme hakkı sadece bir “ritüel”e indirgenmektedir. Bu manzara, akademik literatürde “seçim otokrasisi” (electoral autocracy) olarak tanımlanan rejimlerin karakteristik bir yansımasıdır. Durum o kadar vahim bir hal almıştır ki ifade özgürlüğünü içermeyip sadece oy vererek yönetici seçme hakkını içer içerdiği için demokrasinin karşılığı olamaz denilen sandık demokrasisi bile özlenir olmuştur.
Kayyım prangası, sadece bir yerel yönetim sorunu değildir; bu zincir, hukuk devletine, anayasal denetime ve halkın iradesine vurulmuş bir kelepçedir. Bu pranga kırılmadıkça, Türkiye'de demokrasinin sadece şeklen var olduğu; ama ruhen yok sayıldığı bir düzene mahkûm kalınacaktır.
Demokrasiye ihtiyaç yok diyenlere ise kötü bir haber verilmelidir. Türkiye gibi ülkelerde yatırım çeken, istihdam yaratan ve ekonomiyi işler kılan yönetim şekli demokrasidir.