Boş konuşan ağızların yaygınlaştırdığı efsaneler de evlenme oranlarını düşürdü. Bunu da somutlaştıralım; “evlenip, başımı bağlayıp kadın dırdırı mı çekeceğim” diyen ağızların, erkek zihnine evliliğin bir zulüm, bir ayak bağı olduğu safsatasını, bir gerçekmiş gibi sokması, erkeklerin evlilikten uzaklaşmasına neden oldu.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2024 yılı doğum istatistiklerine göre Türkiye’de toplam doğurganlık hızı kayıtlara geçen en düşük seviyede; 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı, yani bir kadının yaşamı boyunca dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısı, 2024 yılında 1,51’e düştü.
2001-2024 arası dönem itibariyle evlenme oranlarına baktığımızda doğum oranları kadar rekor bir düşüş görülmese de bir miktar düşüş olduğu raporlara yansımış durumda. Ayrıca yine 2001-2024 arası döneme baktığımızda boşanma oranlarının iki katına çıktığı görülmekte. (2001 yılında 99 bin 99 olan boşanma sayısı 2024 yılında 187 bin 343 oldu.)
Türkiye nüfusu ile ilgili alarm veren bu rakamlara da bakarak iktidar, “tehlikeyi” gördü ve önce 2025 “aile yılı” ilan edildi, çocuk sahibi olmaya teşvik için düğmeye basıldı. Akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, KADEM’in 5. Olağan Genel Kurulu'nda nüfusun azaldığına dikkat çekti. Anadolu'daki nüfusun hızla azaldığını ve bunun bir beka sorunu olduğunu vurguladı. Ayrıca evlenme oranlarının düşüşünü de eleştirdi.
Bu oranların yani sonuçların, elbette tek bir sebebi yok, birçok sebebi var.
Türkiye’de iktidarın ilk 10 küsur senesinde, yükselttiği refah seviyesi, kadınların çalışma hayatına kazandırılması, modernleşmenin bir parametresi olan bireyleşmeyi arttırdı. Bu durumda da yani bireyleşmenin arttığı durumda da geleneksel aile kodları erimeye başladı. Evlenme yaşı yükseldi, çocuk sayısı azaldı.
Bir diğer sebep, sosyal medya/internet çağıyla birlikte “anı yaşa, gez eğlen, sorumluluk alma” şeklinde “bencilliği” öne çıkaran ve hatta kutsayan bir anlayış oldukça yaygınlaştı. Bunu “haz ve hız çağı” olarak kavramsallaştıran teoriler de var. Buraya televizyon ve sinema faktörünü de ekleyebiliriz, özellikle yabancı filmlerde idealize edilen “bekar hayatı” özendirildi. “Gerçek aşkı aramak adına” nikah masasından kalkılan romantik komediler seri halinde yayınlandı. “Muhteşem düğün” vurgusuyla evlenmek “peri masalı” gibi olması gereken bir şeymiş dayatmasına maruz kaldı. Oysa adı üzerinde “peri masalı” gerçek dünyanın işi değildi ama işte bir bir prens ve prenses sendromu oluşunca, hayatın gerçekleri ile yüzleşilen evliliğe adım atmaktan imtina eder olundu.
Devam edelim… ataerkil bir geleneksel anlayışa sahip olan, kadınların aile içinde eş olarak da kız çocuğu olarak da baskılandığı uzun soluklu sürecin sonucunda “yeni nesil” isyan bayrağını çekti. Daha somut şekilde ifade etmek gerekirse; babası tarafından baskılanan kız çocukları, babalarının annelerini baskıladığını gören kız çocukları, fedakarlık yapan annelerin değer görmediğini görünce, kendilerine değer atfeden tercihler yapmaya başladılar; annem çile çekti ben çekmeyeceğim. Saçımı süpürge edemem, sana yemek pişiremem, çocuk doğuramam, ben hayatımı yaşayacağım!
Boş konuşan ağızların yaygınlaştırdığı efsaneler de evlenme oranlarını düşürdü. Bunu da somutlaştıralım; “evlenip, başımı bağlayıp kadın dırdırı mı çekeceğim” diyen ağızların, erkek zihnine evliliğin bir zulüm, bir ayak bağı olduğu safsatasını, bir gerçekmiş gibi sokması, erkeklerin evlilikten uzaklaşmasına neden oldu.
Bu sebepler, evlenme oranlarını ve doğum oranlarını düşüren, boşanma oranlarını ise yükselten tüm modern toplumların olumsuz ortak tecrübeleri. Ve daha çok iktidarla bağlantılı olmayan, dünyanın bu dönemiyle alakalı olan sebepler.
İktidarın sık sık dile getirdiği üzere bu sonuçların olumsuz olduğu bir gerçek. Ve iktidar da bu olumsuz sonuçları dile getiriyor, buna dikkat çekiyor. Ancak iktidarlara, yöneticilere düşen olumsuz sonuçları eleştirmek değil, sebepleri ortadan kaldırmaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi bu olumsuz sonuçların iktidara bağlı olmayan sebepleri var ancak iktidara bağlı sebepleri de var.
Öncelikle herkesin bildiği gibi ekonomi… insanlar bu yüksek enflasyonda evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi ağır maddi yüklerin altına girmek istemiyorlar. Çünkü bunun altından kalkmak, mütevazı şartlarda yaşasanız bile, eşlerin ikisinin birden çalışması durumunda bile mümkün değil. Hadi zorlanarak evlendiler diyelim, annenin hamilelik ve doğum sonrası dönemde çalışamayacağı düşünülürse, çocuk sahibi olması bu ekonomik şartlarda mümkün görünmüyor.
Çocuk sadece dünyaya getirilen, yedirilen, içirilen, giydirilen bir varlık değil. Eğitim önemli bir mesele ve eğitimde fırsat eşitliğinin olmadığı durumlarda, özel okulların yaygınlaştığı dönemde ebeveynler, iki, üç çocuk yapıp iyi olmayan eğitim almaları yerine tek çocuk sahibi olup ona iyi eğitim aldırmayı tercih ediyorlar. Ki bu da doğum oranlarını düşürüyor.
Bugünün çocukları yarının gençleri denir ya hani… o çocuklar, gençler için “gelecek umudu”, adil bir ülke modeli olması gerekir. Yani çocuğunun bileğinin hakkıyla aldığı puandan sonra “kendisi gibi” mülakatla eleneceğini, dayısı olanın iş imkanı olduğunu, torpili olmayanın ehliyet sahibi olsa da iş bulamadığını tecrübe eden ebeveynler, hayata 1-0 başlayacağını bile bile çocuk sahibi olmak istemez.
Sistemin sürekli değiştiği, hukuka güvenin azaldığı, bağımsız olması gereken kurumların siyasileştiği, halka sözle değer verilirken eylemde halkı değersiz görme temayülünün arttığı, konjonktürün hızla değiştiği, kısa süre içerisinde kahramanken hain; hainken kahraman ilan edilmenizin mümkün olduğu ülkelerde, bireyler toplumla ve devletle bütünleşemez, aidiyet hissedemez. Kendi ülkelerine de toplumlarına da yabancılaşırlar. Nihayetinde artık kendi toplumları, kendi ülkeleri için fedakarlık yapmak istemezler ve şu durumda da kabahat sadece kendilerinin değildir.
Ne tür nesil yetiştirilir bilmiyorum ancak dindarlıkla alakası olmayan biçimde, dindarlıkla alakası olduğu durumlarda dindarlığın da önleyemediği biçimde, ahlaki çöküntünün ortaya çıktığı, eşler arasında güvenin olmadığı, aldatmaların yaygınlaştığı bir dönemde “evlenecek, kendisinden çocuk sahibi olunacak” kapasitede olan kadın ve erkeklerin sayısı git gide azalıyor. Sonuçta evlilik ve doğum oranları da düşüyor.
Evliliği yürüten şey sevgi ve muhabbettir ancak modernleşmenin bir parametresi olan rasyonelleşme gibi bir mefhum, ekonomik şartların zorlaştığı durumlarda da ortaya çıkabiliyor. Mevcut ekonomik ve sosyal şartlarda, kadınlar ve erkekler, evliliğe sevgi ve muhabbet yerine “karlı tercih” olarak bakıyor ve içinde sevgi ve muhabbet olan “daha az karlı” bir evlilik yerine içinde sevgi ve muhabbet olmasa da “daha karlı” olan evliliği tercih ediyor. Ve bu da boşanma sayılarını arttırırken doğal olarak çocuk sahibi olma oranlarını düşürüyor.
Sosyal bilim çalışan bir öğrenci olarak azalan evlenme ve doğum oranlarına kendi alanımdan baktığımda tablo kabaca bu… elbette başka faktörler de vardır. Ancak bu kadarıyla da söylenebilir ki, evlenmeme, çocuk sahibi olmama gibi ülkenin gerçek sorunlarını tespit eden iktidarın, daha önce de belirttiğim gibi, sadece tespit yapması, sadece yanlış sonucu eleştirmesi değil kendisinin etkili olduğu sebepleri ortadan kaldırması gerekir. Son dönem iktidar politikalarına yakından bakıldığında görünen ise maalesef iktidarın sonuçları ortadan kaldırmak yerine sebep olmaya daha yakın bir konumda olduğudur.
Unutmadan, ülkede siyasi olarak bu kadar kavga gürültü varken artık gencin de yaşlının da kafası daha fazla gürültü kaldırmıyor ve herkes bir şekilde nohut oda, bakla sofa 1+1’ine çekilip kafasını dinlemek istiyor ki çok da haksız sayılmazlar!
Evlilik çağı gelmişlerin evlenmesini, evlerde ve sokaklarda çocuk cıvıltılarının artmasını istiyorsanız, istiyorsak yapılması gereken, ekonomik, siyasi, hukuki, toplumsal boyutlarda tüm vatandaşların kendilerini eşit ve güvende hissettiği bir Türkiye inşa etmektir, böyle bir Türkiye’den günden güne uzaklaşmak değil.