İran asıllı Fransız çizgi film romancısı ve yönetmeni Marjane Satrapi’nin 2007 yılında yönettiği “Persepolis” filmi üzerine konuşmak istiyorum. Zira içinden geçtiğimiz şu dönemlerde toplumsal farkındalık adına insanların kafasında biraz da olsa ışık yakabilmenin son derece değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum.

Marjane Satrapi, 22 Kasım 1969 yılında İran'da İslam Cumhuriyeti devriminden önceki komünist ve sosyalist faaliyetlere karışmış bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Humeyni sonrası İran’da 14 yaşındayken ailesi tarafından rejimin baskısında yaşamaması için Viyana'ya gönderildi. Çocukluğunun geçtiği dönemi ve sonrasında yaşadıklarını da animasyon filmi olarak tasarladığı Persepolis filminde anlattı.

Persepolis, sadece Marjane’nin hikayesini anlatan bir film değil; aslında kavramların, ideolojilerin ve kitlesel hezeyanların çatıştığı, hürriyet arayışının bireysel ve toplumsal sınavlarından geçen bir halkın kırılganlığını gözler önüne seren bir başyapıt. Film, diktatörlüklerin nasıl beslenip büyüdüğünü ve özgürlüğün, korkunun ve kimliğinin peşinden sürüklenen bir halkın yaşadığı büyük dönüşümü anlatıyor. İran'ın 20. yüzyılının değişim geçiren toplum yapısı, Persepolis’te bir çocuğun gözünden aktarılırken, farklı düşüncelerin, inançların ve ideolojilerin Humeyni öncesi Şah döneminde ve Humeyni sonrası Teokratik rejim altında yaşadıkları bireysel ve kitlesel dönüşümleri de yansıtıyor.

Şah’ın yönetimi altında İran, batılılaşma ve modernleşme adına pek çok adım atmış olsa da bu süreç halkın büyük bir kesimi için sadece yüzeysel bir değişimden ibaretti. Şah rejimi, özellikle solcu hareketlere ve entelektüel çevrelere yönelik baskıları artırmış, devletin modernizasyonu da çoğu zaman halkın temel değerlerinden ve kültüründen kopmalarına yol açmıştır. Şah’ın despotizmi, aynı zamanda var olan ekonomik eşitsizlikleri de derinleştirmiş, üst sınıfın ve Batı ile iş birliği yapan zenginlerin çıkarlarını savunurken, alt sınıflar çoğu zaman daha da yoksullaşmış ve dışlanmışlardır. Ancak, 1970’lerin sonlarına doğru, Şah’a karşı tepkiler büyümeye başlamış, özellikle solcular, özgürlükçüler ve genç aydınlar, özgürlük ve demokrasi adına bir değişim talep etmeye başlamıştır. Bu dönemde, toplumsal hareketler için devrimci bir ideal doğmuştur. İran’daki bu toplumsal hareketlerin temel talepleri, halkın özgürleşmesi, despotizmin sona ermesi ve bireysel hakların güvence altına alınmasıydı. Fakat bu ideal, İran’ın sosyo-politik yapısının ne kadar kırılgan olduğunu ve bu tür devrimci taleplerin nasıl içsel çelişkilerle karşılaşabileceğini görmeden savunuluyordu.

Şah rejimine karşı olan geniş koalisyon, farklı ideolojik akımlardan ve toplumsal sınıflardan oluşuyordu. Ancak, Humeyni'nin devrimi ve İslam rejiminin kurulması, özgürlükçü solcular ve demokratlar için büyük bir hayal kırıklığına dönüşecekti. Devrim, başlangıçta halk tarafından coşkuyla karşılanmış olsa da devrim sonrasında İran'da şeriat hukukunun dayatılması ve baskıcı bir totaliter sistemin kurulması sadece özgürlükçüleri değil, tüm toplumu bir anda köleliğe mahkûm etmişti. Teokratik devrimle birlikte, halkın özgürlüğü, yalnızca siyasi bir hüsrana değil, aynı zamanda toplumsal baskıya ve kültürel kısıtlamalara dönüştü. Kadınların zorla örtünmesi, sosyal yaşamın kısıtlanması, sanatın ve kültürün baskılanması…

Marjane, İran’da gerçekleşen rejim değişikliği ve halkın maruz kaldığı despotizmi, Humeyni devrimi öncesi Şah’a karşı başlatılan ve çoğunluğu Sol kesim tarafından desteklenen bu hareketin temel kavramları olan Özgürlük ve Demokrasi kavramlarının koşullara göre manipüle edilebildiği gerçeğini ve bunu anlamlandıramayan, ayakları yere sağlam basmayan toplumsal hareketlerin sorgulanması adına önemli direnç noktaları ortaya koyar.

Özellikle demokrasi kavramının tam olarak anlamlandıramamış ve içselleştirememiş toplumlarda bu tür kavramların Batı'dan ithal edilen soyut değerler olduğu tespiti ve sınırsızca savunulabilir mi olduğu sorusu, özellikle Persepolis’te çok önemli bir yere sahiptir. Dönemin İran’ındaki solcular ve özgürlükçüler, başlangıçta Şah’a karşı durduklarında gerçek bir özgürlük hayali kurmuşlardı, ancak, devrim sonrasında Humeyni’nin şekillendirdiği özgürlük, toplumun tüm bireylerinin haklarının güvencesi olmaktan çıkmış, aksine onları kısıtlayan bir yapıya dönüşmüştü. Filmde, Marjane’nin kişisel yolculuğuyla özdeşleşen bu dönüşüm, aslında özgürlük, eşitlik, demokrasi gibi kavramların, despotik bir rejim altında bencilce ve kolayca manipüle edilebilen kavramlar olduğunu ortaya koyuyordu. Bir ideolojinin halkı özgürleştireceği ve daha sonra tüm bireylerin eşitliğini sağlayacağı düşüncesi, zamanla kendisini özgürlüğü sınırlayan bir diktatörlükle değiştirilmişti. Bu, İran’daki toplumsal hareketlerin, özgürlük uğruna verdikleri mücadeleyi kısmen kaybettiklerinin ve aynı zamanda başka bir tür baskının devreye girdiğinin göstergesiydi.

Filmde, Humeyni devrimi sonrası İran toplumunun içine düştüğü korku iklimi, derin bir psikolojik çöküşe yol açar. Korku, artık sıradan bir egemenlik biçiminden çok, bireylerin ve toplumun iç dünyasını şekillendiren, farkındalıklarını yavaşça silen bir toplumsal mühendislik aracı haline gelmiştir. Filmdeki en derin repliklerden biri olan “Asla unutma. Korku insana yavaş yavaş farkındalığını kaybettirir. Böylece birer korkak olur çıkarız.” repliği bu gerçekliği gözler önüne seren en önemli tespitlerden biridir. Babaanne karakterinin bu söylemi, korkunun insanların düşünsel bağımsızlıklarını nasıl zayıflattığını ve nihayetinde onları bireysel birer “korkak” haline nasıl getirdiğini çok net bir biçimde özetler. Korku, insanı yalnızca fiziksel olarak korkutmaz; bireyin özgürlüğünü, yaratıcılığını ve en önemlisi kendi kimliğini baskı altına alarak, toplumsal hafızanın silinmesini sağlar. Humeyni'nin devrimi, başlangıçta özgürlük ve adalet vaatleriyle halkı etkilerken, çok geçmeden toplumu devasa bir duygusal pasifliğe sürüklemiştir. Başlangıçta devrim için verilen büyük mücadelelerin ardından, devrimci düşüncelerin yerini korku ve otoriteye boyun eğme almıştır. Babaanne karakterinin korku üzerine söyledikleri, devrim sonrası İran’da halkın içsel dönüşümünü ele verir: Daha önce özgürlük ve eşitlik için mücadele eden bireyler, devrimci rüyanın bozulmasıyla birlikte korkuya teslim olmuş, kendi değerlerinden vazgeçmiş birer korkak haline gelirler. Devrimle birlikte güç kazanmış siyasal İslam, bu korku imparatorluğunun temellerini sağlamlaştırmış ve halkın her adımını gözlemler hale gelmiştir. Bu sistem, toplumsal baskı ve tehditlerle işleyen bir kontrol mekanizmasına dönüşür. Babaannenin uyarısı, sadece bir kişisel tavsiye değil, tüm bir toplumun yaşadığı kolektif bir travmanın yansımasıdır. Korku, sadece siyasi bir araç olarak değil, toplumsal yapıların ve bireysel varlıkların çözülmesinin temel sebebidir. Bu, yalnızca korkuyla yönetilen bir halkın değil, ideallerin, rüyaların ve düşlerin boğulduğu bir toplumun doğuşudur. Bireysel kimliklerin silinmesi ve toplumsal belleklerin yok edilmesi, korkunun insanları derin bir köleliğe sürükleyişinin dramatik bir yansımasıdır.

Film’de özellikle dikkatimi çeken göndermelerden biri de İran’ın sınır komşusu olan Türkiye’de gerçekleşmiş Laik devrime ve bu anlamda Atatürk aydınlanmacılığına yapılan göndermedir.  Persepolis’te, Türkiye’deki Laik Cumhuriyet Devrimi’ne duyulan hayranlık, sadece bir tarihsel gözlemin ötesine geçer. Aydınlanmacı bir halk devrimi olarak Atatürk’ün reformları, İran’daki İslam devriminin baskıcı rejiminden ne kadar farklı bir paradigma ortaya koymuş olduğunu vurgular. Türkiye, özgürlük, eşitlik, laiklik ve modernleşme alanlarında önemli adımlar atarken, İran’ın yaşadığı dönüşüm, dinin siyasete alet edilmesiyle halkın özgürlüklerinin kısıtlanması şeklinde şekillenmiştir.

Atatürk’ün devrimi, dinin toplumsal baskı aracı olarak kullanılmasına karşı çıkarak, halkın özgürlüğünü ve bilimsel düşünceyi savunmuştur. İran'daki Teokratik rejim ise, toplumun laikleşme ve özgürleşme taleplerini baskılarla susturmuş, halkın zihinsel ve kültürel bağımsızlığını ortadan kaldırmıştır. Türkiye’deki Laik Cumhuriyet Devrimi, Atatürk’ün, modern, çağdaş bir devlet kurma amacını güderek, toplumsal yapıyı, toplumun özgür iradesini ve bilimsel düşünceyi merkeze alan bir anlayışla dönüştürmüştür. Atatürk, din ve devlet işlerinin ayrılmasının gerekliliğini savunmuş, halkın özgürlük ve eşitlik anlayışını dinsel dogmalardan bağımsız olarak şekillendirmeyi başarmıştır. İran’daki Humeyni devrimi ise tam tersine, toplumun ve bireylerin özgürlük alanlarını kısıtlayan, baskıcı ve teokratik bir rejimin doğmasına yol açmıştır. Dinin egemen olduğu bir yönetim, özgürlük ve eşitlik gibi kavramları yalnızca şeriatla sınırlı bir biçimde tanımış ve devletin yönetiminde bu inanç sisteminin mutlak hükmünü benimsemiştir. Dinî dogmalar, halkın yaşamını şekillendirirken, bireysel haklar ve toplumsal özgürlükler yok sayılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet Devrimi, sadece bir siyasi değişiklikten çok, derin bir toplumsal dönüşümün simgesidir. Atatürk’ün laiklik anlayışı, dinin devletten ve toplumsal hayattan ayrılmasını savunarak, toplumun modernleşme sürecinin önünü açmış, halkı geleneksel dini baskılardan kurtarmak için ciddi adımlar atmıştır. Kadınların toplumsal hayattaki yerinin güçlendirilmesi, eğitimde devrimci reformlar, hukukta laik yasaların uygulanması ve sanatın özgürleşmesi, Atatürk’ün Cumhuriyet'le birlikte halkına kazandırdığı en büyük toplumsal değişimlerdir. Bu anlamda Marjane’in İran’da yaşadığı baskıcı rejime karşı hemen yanı başındaki aydınlanmacılık devrimine duyduğu hayranlığın tarihsel ve toplumsal bir gerçekliği vardır ve bu hayranlık kaçınılmazdır.

Persepolis, yalnızca Şah döneminden Humeyni’nin Teokratik devrime geçişini değil, aynı zamanda toplumların ideolojik dönüşümlerinin sonucunda yaşadıkları kimlik ve özgürlük kayıplarını evrensel bir şekilde ele alır. Sadece İran’ı değil, devrimle umutlanan ve nihayetinde baskıcı rejimlere dönüşen her ülkeyi sorgular. Özgürlük ve demokrasi, toplumlar için sadece ideolojik kelimeler değildir; halkların gerçekten sahip olması gerektiği ancak gerçekçi tespitler ve doğru argümanlarla desteklenmediği takdirde her an kaybedebileceği değerlerdir. Film, aydınlanma ve öğrenmenin bir toplum için ne kadar kıymetli olduğunu vurgular; çünkü toplumun kimliği, korku ve susturmanın ötesine geçebilen fikirlerle şekillenir.

Marjane’ in, ailesinin ve hatta İran halkının çoğunluğunun yaşadığı toplumsal travmalar ve onun kendi içsel yolculuğu, aslında çok daha büyük bir hikâyenin mikrokosmosu gibidir. Devletin şekillendirdiği kimlikler, ailedeki bireylerin özgürlük anlayışlarını ve toplumsal sorumluluklarını derinden etkiler. Film, Humeyni devriminin peşinden gelen korku atmosferini çarpıcı bir şekilde yansıtarak, bu korkunun insanın öz benliğini nasıl yavaşça yok ettiğini gözler önüne serer. İnsanlar yalnızca dışsal baskılarla değil, içsel çelişkilerle, kimlik bunalımlarıyla da mücadele eder. Persepolis, devrimci ideallerin şartları doğru analiz edemediği durumlarda yozlaşabildiği, yok edilebildiği ve onu izleyen toplumun ideolojilerinden yavaşça nasıl vazgeçtiğini anlatan bir eleştiridir.

Marjane, bir toplumun özgürlük hayallerinin nasıl paramparça olduğunu anlatırken, bu hayalleri gerçekleştirme mücadelesinin ne kadar sancılı, derin ve yorucu bir süreç olduğunu da vurgular. Korkunun imparatorluğu yıkılabilir, ancak bunun bedeli oldukça büyüktür. Ve bu bedelin ne kadar ağır olduğunu anlamlandırabilmek için çok uzak tarihsel duraklara değil yakın geçmişimize bakmamız sanıyorum yeterlidir.

Sinema dolu günler…