Savaş, bize genellikle ihtişamlı anlatılarla sunulur. Kahramanlar vardır; adeta mitolojik figürlere dönüşmüş askerler, halkını ve vatanını kurtarmak için göğsünü siper eden adamlar. Tarih kitapları ve propaganda filmleri, savaşı bir destan gibi resmeder. Ama Larisa Shepitko’nun Voskhozhdenie (Tırmanış) filmi, bu destanın yırtılmış, çamura bulanmış, açlıktan kemikleri çıkmış gerçeğini anlatır. Burada kahramanlık, omuzlara madalya takılan bir zafer anı değil, açlık içinde sürünen bir iradenin son nefesidir. Shepitko, bu filmde büyük savaşın bilinmeyen ama hissedilen küçük kahramanlarını anlatır. Köylüler, partizanlar, Nazi işgali altındaki Sovyet topraklarında yaşam mücadelesi veren zavallılar... Cephede top sesleri yankılanırken, bu insanlar ormanda donarak, açlıktan ölerek, ya da cellatlarının gözleri önünde asılarak can verir. Voskhozhdenie, bir direniş hikâyesidir; ama zaferle sonuçlanan bir direniş değil, yok olmayı göze alan bir direniş. İşte bu yüzden film, Sovyet sinemasının en sarsıcı savaş filmlerinden biri olarak kalmaya devam eder…
Shepitko’nun en büyük başarısı, savaşın kahramanlık hikayelerinden çok, insanların ve yerel halkın yaşadığı gerçek zorlukları gözler önüne sermesidir. Film, savaşın gerçek kaybedenlerinin, yalnızca öldürülen askerler değil, savaştan etkilenen tüm insanların olduğunu gösteriyor. Savaşa tanıklık eden insanlar, varoluşlarının ne kadar anlamlı ve ne kadar kırılgan olduğunu fark ederler. Bir bakıma, sadece askerler değil, bütün bir toplum ölümle yüzleşir.
Film üç karakterin davranışları, eylemleri ve hatta suskunlukları üzerinden kompoze edilir. İdealleri ve davası uğruna yaşadığı zorluklar ne olursa olsun kavgasından vazgeçmeyen Sotnikov, davası ve hayatta kalma içgüdüsü arasında sıkışmış ve her hamlenin sonrasını hesap ederek hareket eden Rybak ve varlığını devam ettirebilmek ve hayat konforunu her şeyin üzerinde tutarak kendine ve vatanına ihanet etmiş Portnov.
Filmin en güçlü figürü Sotnikov ’dur. Sotnikov, savaşın içinde her şeyini kaybetmiş bir adam olarak, bedeninin son derece kırılgan hale gelmesinin aksine, ruhunun her an daha da güçlendiğini hissettikçe, ideallerine doğru bir yolculuğa çıkar. Her ne kadar açlık, işkence ve ölüm tehdidi onu fiziksel anlamda zorlasa da içsel direnci ve inancı onu ölüme kadar taşır. Sotnikov, ölümü kabul ederek varoluşsal bir zafer kazanır; çünkü savaşın sonunda ona kalan tek şey, idealine sadık kalmaktır. O, bir bedenden daha fazlası olan ruhunun ve ideallerinin peşinden gitmiştir. Klasik anlamda bir kahraman değildir; çünkü kahramanlık, genellikle güce ve başarıya bağlanır. Oysa Sotnikov’ un tüm yolculuğu, idealleri uğruna ölmeyi göze almış bir partizanın hikâyesidir. Sotnikov, açlık ve hastalık içinde kıvranan, ölümün eşiğinde bir adamdır. Nazi işgali altındaki Sovyet topraklarında, arkadaşı Rybak ile yiyecek bulmaya çalışırken yakalanırlar. O andan itibaren film, İncil’den alınmış bir Çile Yolu gibi işler. Sotnikov, bir İsa figürü gibi acı çeker, ama bu acıyı sessiz bir asaletle taşır. İşkenceye uğrar, aşağılanır, ama inancını kaybetmez. Onu döverler, sorgularlar, ancak o direnir. Tıpkı bir aziz gibi, bu dünyadaki bedenine yapılan eziyetleri umursamaz haldedir. Onun en büyük trajedisi, büyük bir kahraman olamaması değil, tam tersine onurlu bir insan olarak kalabilmesidir. O, savaşın büyük stratejileriyle ilgilenmez, tarih kitaplarına geçecek bir figür olmayı düşünmez. Sadece kendisiyle hesaplaşır ve ihanetin karşısında sessiz ama gururlu bir direniş gösterir. Başından beri ölümü kabullenmiştir. Fiziksel olarak zayıftır; hastadır, bitkindir. Ama iradesi kırılmazdır. Almanlar tarafından işkenceye alınan ilk kişi de o’dur. Çünkü fiziksel olarak en güçsüz, en dirençsiz olandır. Fakat burada asıl mesele bedenin değil, ruhun direncidir. Sotnikov ne kadar kırbaçlanırsa kırbaçlansın ne kadar kan kaybederse kaybetsin, bir kelime bile etmez. Naziler ona bir seçim hakkı sunduğunda, bu seçim sadece onun hayatını değil, başkalarının hayatlarını da etkileyecektir. Eğer konuşursa, işgalcilerin ekmeğine yağ sürecektir. Eğer konuşmazsa, sadece kendisi değil, masum bir kadın da ölecektir. Bu, bir savaş esirinin içinde bulunabileceği en büyük ahlaki çıkmazlardan biridir. Çünkü burada mesele sadece kendi onuru değil, başka birinin hayatıdır. Ancak Sotnikov’ un perspektifinden bakarsak, onun için tek bir gerçek vardır: Naziler işgalcidir, düşmandır. Onlara yardım etmek, yalnızca bu kadını değil, ilerleyen süreçte çok daha fazla insanı tehlikeye atacaktır. O yüzden susar. İşkenceye rağmen, iradesini kaybetmez. Burada Shepitko’nun anlatımındaki en vurucu nokta şu olur: Sotnikov’ un bedeni yenilir, ama ruhu asla teslim olmaz.
Rybak ise, başlangıçta her şeyini fedakârlıkla veren, zor zamanlarda arkadaşlarını korumak için mücadele eden bir karakter olarak karşımıza çıkar. Ancak onun hikayesi, hayatta kalma içgüdüsünün ve materyalist düşüncenin, idealizmin önüne nasıl geçtiğinin bir örneğidir. İlk başlarda, yoldaşlarını terk etmeyen ve kendi yiyeceğini başkalarına veren Rybak, aslında kendi idealleriyle hareket ettiğini düşünür. Ancak bu idealler, hızla yok olan bir dünyada yalnızca fiziksel bir hayatta kalma arzusuyla karşı karşıya kalır. Rybak, bedenin hayatta kalması gerektiğini savunur ve sonunda, hayatta kalmak için her şeyi yapmayı kabul eder. İşkence görmeden konuşarak, savaşın gerçek yüzünü kabullenir. O, ruhsal değil, fiziksel bir varlık olarak kendini gösterir ve sonunda, yaptığı fedakârlıklara rağmen içsel huzuru bulamaz. Çünkü hayatta kalmak, onun için bir anlam ifade ederken, geriye kalan tek şeyin korku ve vicdan azabı olduğunun farkına varır. Ve en önemlisi, yaşama arzusu, onurunun önündedir. İşkence sırası ona geldiğinde, gördüğü şey Sotnikov’ un yüzüdür. Kan içindedir, ama dimdik durmaktadır. O an, Rybak içgüdüsel olarak kendini o noktaya koyar ve bir hesaplaşma içine girer. Davası uğruna direnmek yerine, hayatta kalmak için teslim olmayı seçer. Rybak, film boyunca birkaç kez fedakârlık yapar Açlıktan kıvranmasına rağmen, kendi payına düşen yemeği başkalarına verir. Sotnikov’u terk etmez. Onu sırtında taşır, soğukta sürükler, birlikte kaçmak için elinden geleni yapar. Rybak’ın ihaneti, şeytani bir ihanet değildir. O, hayatını kurtarmak için ihanet eder. İşbirlikçilik yapmayı bile düşünmezken, kendini bu yolda ilerlerken bulur. Çünkü bir adım geri attığında, artık geri dönüşü olmayacaktır. Ve Shepitko burada insan psikolojisinin en acımasız gerçeğini gösterir. Hayatta kalmaya karar verdiğin an, hayatta kalmanın bedelini de ödemeye başlarsın. Rybak konuşur. Direnişçilerin yerini söyler. Hatta polis olmayı bile kabul eder. Çünkü hayatta kalmanın başka bir yolu yoktur. Ama burada kritik olan şey şudur. Rybak hayatta kalır, ama yaşayamaz. Çünkü bedeni yaşasa da ruhu ölmüştür. Rybak’ın trajedisi, bize insanın korkularını ve fiziksel olarak var olma içgüdüsünün nasıl ahlaki sınırları eritebileceğini gösterir. O, bir hain midir yoksa sadece, korkularına teslim olmuş bir insan mıdır?
Sotnikov ve Rybak, Voskhozhdenie ’de iki farklı insan tipini temsil eder. Sotnikov, direnişin ve idealizmin vücut bulmuş halidir. Rybak, savaşın insan psikolojisini nasıl mahvedebileceğinin bir örneğidir. Ve Shepitko’nun kamerası, bizi her iki karakterin yerine koyar. Bazıları Sotnikov gibi onuru için ölür. Bazıları Rybak gibi hayatta kalır, ama ölmekten beter olur.
Savaş, insanın içinde saklı kalan tüm çelişkileri su yüzüne çıkarır. Kimin gerçekten fedakâr, kimin bencil, kimin cesur, kimin korkak olduğunu ancak o uç durumlarda anlayabiliriz. Larisa Shepitko’nun Voskhozhdenie ’si, işte tam olarak bu noktada, ahlaki kesinlikleri sarsan ve izleyiciyi tek bir yargıya varmaktan alıkoyan bir film. Bu anlamda Rybak karakteri, tam bu yüzden basit bir "hain" ya da "kahraman" olarak ele alınamaz. O, daha çok her insanda var olan içsel çatışmanın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Ve burada kritik soru şudur. Eğer Rybak, arkadaşını ölüme terk etmemiş, kendi payına düşen erzakı başkalarına vermiş ve fedakârlık etmişse, sonradan hayatta kalma içgüdüsüne yenik düşmesi onun ahlaksız olduğu anlamına mı gelir? O, bir vicdansız ya da hain değil, yalnızca ölüm korkusuna yenilen bir insandır. Başlangıçta fedakâr olmasına rağmen, işkence görmeden konuşması, onun zayıf düştüğünü gösterir. Ama Shepitko’nun anlatısı, bu tür bir "pragmatizmi" ödüllendirmez. Aksine, Rybak’ın bu seçimi onu yalnızca daha da büyük bir acıya sürükler. Nazilerle iş birliği yaparak hayatını kurtaracağını sanır, ama bu hayat artık onun için bir utançtan başka bir şey değildir. Hayatta kalmıştır, ama artık kimdir? Bir Sovyet askeri mi? Bir hain mi? Bir zavallı mı?
Rybak’ın en trajik anı, film boyunca birden fazla kez kaçmaya çalışmasıdır. Ancak ironik bir şekilde, kaçtığı şey Naziler değil, kendi vicdanıdır. Rybak’ın kaçma teşebbüsü, aslında onun zihninde defalarca gerçekleşir. Ama bedeni hareket etmeyi reddeder. Eğer kaçarsa vurulabilir, kaçamazsa idam edilecektir. Ancak kaçmamanın kesin bir sonucu varken (ölüm), kaçmanın sonucu belirsizdir. Bu belirsizlik, onun cesaretini kırar. Aslında tam olarak ne yapması gerektiğini bilememenin getirdiği bir çaresizlik içindedir. Kaçış planını yaparken, zihninde başarısız olma senaryosunu da tasarlamaktadır. Bu yüzden henüz kaçmadan, yakalanmış gibidir. Bu sahneler, klasik sinemada kahramanların ölümden kıl payı kurtulduğu sahnelere benzemez. Hollywood’un aksiyon dolu, kahramanın son anda kaçtığı sahnelerinden farklı olarak, burada gerilim tamamen insan psikolojisine dayanır. Rybak’ın yaşadığı şey, savaşın yarattığı psikolojik felçtir. O ne tam anlamıyla bir korkaktır ne de çaresizliğin mahkûmudur. Ancak bu iki duygunun birleşimi, onu olduğu yere çivileyen şeydir.
Filmdeki önemli bir diğer karakter olan Portnov, filmin nihilist figürüdür. İnsanlığa dair hiçbir şeyle ilgilenmeyen, yalnızca gücü ve hayatta kalmayı temel alarak hareket eden biri olarak karşımıza çıkar. Portnov, Sovyet saflarından Alman saflarına geçerek, yaşamını kurtarmak için insanları sattığı noktada, bir tür ahlaki yokluk ile yüzleşir. Onun için yaşam, sadece fiziksel bir devamlılık değildir; bu, çıkarlarını sürdürebilmenin tek yoludur. Portnov ’un savaştaki tek hedefi, kendi hayatta kalma stratejisini sorgusuzca uygulamaktır. Kendi toplumuna ihanet eden bir adam, her şeyin kendi çıkarına bağlı olduğu bir dünyada, aslında tüm insanlık değerlerinden yoksundur. Portnov ‘un en rahatsız edici yanı, yaptıklarını rasyonelleştirmesidir. Onun gözünde, Sotnikov’ un direnci anlamsız ve aptalcadır. "Yaşamak için her şey yapılabilir, ölümden kaçınmak için her şey mübahtır." Bu, onun temel felsefesidir. Ama filmin en güçlü yanı, Portnov ‘un aslında bir hiç olduğunu göstermesidir. Çünkü Rybak bile vicdan azabı çekerken, Portnov ‘un ruhsuzluğu, onun insanlığını zaten yitirmiş olduğunu kanıtlar. Shepitko burada çok önemli bir eleştiri yapar. Güç ve çıkar odaklı olanlar, en nihayetinde boş bir kabuktan ibarettir. Portnov, geçmişte Sovyet ordusunun bir parçasıyken, savaşın acımasız gerçekleriyle yüzleştiğinde Nazi saflarına geçmeyi seçmiştir. Bu seçimi yaparken, ideolojik bir dönüşüm yaşamaz, düşmanın haklı olduğuna inanmaz. Onun için asıl mesele, hayatta kalmak ve güvende olmaktır. Çünkü ona göre yaşamak, sadece nefes almaya devam etmek, ölümden kaçmak, koşullara uyum sağlamaktır. Bu anlayış, onu Sotnikov’ un tam zıttı yapar. Sotnikov, yaşamı fiziksel varoluşun ötesinde bir şey olarak görür: Onur, inanç, fedakârlık... Portnov içinse bunlar gereksiz kavramlardır. Onun için insan, içgüdüleriyle hareket eden, varlığını koruma içgüdüsüyle yaşayan bir organizmadan ibarettir. Ve eğer bu doğruysa, hayatta kalmak için ihanete başvurmak da tamamen meşrudur. Portnov ‘un yaşam felsefesi, aslında savaşın insan ruhunda yarattığı deformasyonun bir tezahürüdür. Onun zihniyetine göre Ahlaki ilkeler, sadece güçsüzlerin kendini kandırmak için uydurduğu kavramlardır. Güçlüler, hayatta kalabilmek için her yolu dener. İhanet, aptallık değil; hayatta kalma stratejisidir. Eğer bir taraf kaybediyorsa ve diğer taraf kazanıyorsa, kazanan tarafa geçmek en akıllıca seçimdir. İnsanlık ve sadakat gibi kavramlar, savaş koşullarında bir anlam ifade etmez. Savaş, kazananlar ve kaybedenler arasında bir oyundur ve önemli olan oyunda ne kadar uzun süre kalabildiğindir. Bu anlayışla, Portnov, Nazi işgaline karşı direnen eski yoldaşlarını sorgularken herhangi bir vicdan azabı duymaz. Çünkü onun için ahlaki ilkeler, yalnızca ölümün hızlanmasına yol açan birer prangadır. Portnov’a göre ahlaki bir duruş, insanı darağacına götürecekse, o duruşu terk etmek akıllıca değil midir?
Portnov’un felsefesi, nihilizmin ve mutlak materyalizmin savaşta nasıl bir şekil aldığının çarpıcı bir örneğidir. Onun için ruh, inanç, sadakat gibi kavramlar öldüğünde anlamını yitiren şeylerdir. Oysa Sotnikov, aksine, beden yok olsa bile ruhun varlığını sürdürebileceğine inanır.
Peki, Portnov gerçekten kazanan mıdır?
Dışarıdan bakıldığında, evet. O hayatta kalmıştır. Nazi işbirlikçisi olarak iyi bir konumda, sıcak bir ofiste, düşman tarafından korunarak yaşamına devam etmektedir. Oysa filmin alt metni, onun içsel olarak kaybettiğini gösterir. Portnov ‘un zaferi, sadece fiziksel varlığının devamıdır. Ama insan sadece fiziksel varlık mıdır? O hayatta kalmış olabilir, ama ruhunu kaybetmiştir. Peki, ruhsuz bir beden, yaşamaya devam etmekle gerçekten kazanmış olur mu? Portnov ‘un güvenliği, bir yanılsamadır. Çünkü savaşın sonucu değiştiğinde, en önce ortadan kaldırılacak kişilerden biri yine o olacaktır. İronik olan şu ki, Portnov ‘un inandığı dünya görüşü onu güçlü kılmaz, aksine zayıf yapar. Çünkü onun için yaşam, sadece fiziksel varlıktan ibaret olduğu için, bu varlığı kaybetme korkusu onun hayatını sürekli kontrol altında tutar. Ama Shepitko’nun kamerası, bu görüşü çürütür. Çünkü Voskhozhdenie, tam tersini söyler: Yaşam, sadece nefes almak değil; ne için nefes aldığını bilmektir.
Voskhozhdenie’nin en unutulmaz anlarından biri, Sotnikov’ un darağacına götürülmeden önce köy meydanındaki bir çocukla göz göze geldiği sahnedir. Bu sahne, filmin ideolojik ve felsefi doruk noktalarından biridir. Sotnikov’ un ölümle yüzleştiği anda, gözleri bir çocuğa takılır. Korku dolu, ama bir o kadar da saf ve masum bir çocuktur bu. Sotnikov’ un, idam öncesi bir çocukla göz göze geldiği bu an, gelecek nesil ile geçmişin kesişimi gibidir. Sotnikov, gerçek anlamda bir ideolog olarak, kendisini ölümle barıştırmış bir insandır ve bu göz göze gelişinde geleceğe dair umut verir. Çocuğa verdiği bu güven, Sotnikov’ un ideallerinin yalnızca bugünü değil, geleceği de kapsadığının bir göstergesidir. Ve o an, Sotnikov’ un yüzünde hafif bir gülümseme belirir. Bu gülümseme ne meydan okuyan bir kahkaha ne de kendini avutmaya çalışan bir sırıtıştır. Bu, kendi varoluşunun anlamını bulan bir adamın gülümsemesidir. Sotnikov’ un son gülümsemesi, bir zafer anıdır. Rybak’ın hayatta kalmak için her şeyi yaptığı ama ruhunu kaybettiği bir dünyada, Sotnikov, fiziksel varlığını kaybederken ruhunu sonsuza kadar yaşatacağını fark eder. Sotnikov’ un göz göze geldiği çocuk, sadece bir yan karakter değildir. Shepitko’nun sinemasında hiçbir şey rastlantısal değildir. Bu çocuk, geleceğin, masumiyetin ve ideallerin taşıyıcısıdır. Savaşın ortasında büyüyen bu çocuk, ölümle ilk kez bu kadar yakından yüzleşir. Ve gördüğü şey, sadece bir adamın öldürülmesi değildir; bir adamın onuru için ölmesi, bir adamın inancını yitirmeden son anına kadar dimdik durmasıdır. Bu çocuğun hafızasında Sotnikov’ un yüzü kalacaktır. Ve belki de yıllar sonra, o çocuk büyüdüğünde, bu sahneyi hatırlayarak bir seçim yapacaktır: Ya Rybak gibi korkarak yaşamayı ya da Sotnikov gibi onuruyla ölmeyi. Ve işte, Sotnikov’ un gülümsemesi burada bir anlam kazanır: "Ben gidiyorum, ama birileri devam edecek."
Tarih, genellikle kazananlar tarafından yazılır derler. Ama Shepitko’nun kamerası, bize başka bir şey anlatır. Asıl tarihi, kimsenin bilmediği, sessizce idam edilen ama ideallerinden vazgeçmeyenler yazar. Portnov gibi "kazananlar", günün sonunda tarihin çöplüğüne atılacaktır. Rybak gibi "hayatta kalanlar", kendi pişmanlıklarıyla yaşamaya mahkûm olacaktır. Ama Sotnikov gibi insanlar, öldükten sonra bile bir kıvılcım bırakır. Ve o kıvılcım, bir çocuğun gözlerinde büyüyerek bir ateşe dönüşebilir. Sotnikov’ un gülümsemesi, bir insanın yenilgisinin nasıl bir zafer olabileceğinin en güzel anlatımıdır. Çünkü bazen kazanmak, hayatta kalmak değil; ne için yaşadığını ve öldüğünü bilmektir. Shepitko'nun filmi, işte bu yüzden yalnızca savaşın değil, insanın, vicdanı ve insanlık değerleriyle verdiği varoluşsal bir savaşı yücelten, derin bir felsefi çözümlemedir.
Sinema dolu günler…