Tarih, bir coğrafyanın unutamadığı yaraları içinde taşır. Balkanlar ise, bu yaraların en derinlerinden birine sahip: Yugoslavya’nın parçalanması ve ardından gelen Bosna Savaşı.

Limonata filmi, yüzeyde iki kardeşin buluşma hikâyesini anlatıyor gibi görünse de arka planda bir ulusun bölünmüşlüğünü, komşuların düşman oluşunu ve savaşın, yalnızca tanklarla değil, propaganda ile de nasıl kurgulandığını gösteren ince bir anlatıya sahip.

Limonata filmi bir yolculuk filmi. Yol filmleri, genellikle karakterlerin fiziksel bir rotada ilerlerken içsel bir dönüşüm geçirmesi üzerine kuruludur. Limonata da bu temel formülü kullanıyor; ancak bizi sıradan bir kardeşlik hikâyesinden alıp, Balkanlar’ın derin yaralarına götüren, savaşın ve kimlik krizinin gölgesinde şekillenen bir yolculuğa çıkarıyor.

Filmin merkezinde, farklı coğrafyalarda büyümüş iki üvey kardeş olan Sakıp ve Selim var. İlk bakışta, biri Makedonya’da büyümüş, diğeri Türkiye’de yetişmiş iki yabancı gibi görünseler de yol boyunca birbirlerini tanırken aslında ortak bir geçmişin, ortak değerlerin ve ortak insanlığın temsilcileri olduklarını fark ediyorlar.

Sakıp, babasının son dileğini yerine getirmek için İstanbul’a gelip Selim’i bulduğunda, iki kardeşin arasında sadece coğrafi mesafeler değil, kültürel farklılıklar da olduğu ortaya çıkıyor. Selim, büyük şehir hayatına alışkın, bireyselliği ön planda tutan, modern dünyanın getirileriyle şekillenmiş bir karakter. Sakıp ise daha geleneksel, duygusal bağları güçlü, aile kavramına önem veren bir figür. Ancak film ilerledikçe, ikisinin de aslında aynı değerlere sahip olduğunu, yalnızca bu değerleri ifade ediş biçimlerinin farklı olduğunu görüyoruz.

Sakıp’ın sıcaklığı, doğallığı ve içtenliği, Selim’in mesafeli ve umursamaz görünen tavrının altında yatan boşluğu dolduruyor. Selim, başta bu davetsiz misafire karşı sert bir tavır takınsa da yolculuk ilerledikçe Sakıp’ın samimiyeti ve bağlılığı karşısında duvarlarını indiriyor. Aslında ikisi de geçmişlerine ve ailelerine dair cevapsız sorularla dolu. Sakıp, babasının ona bıraktığı vasiyeti yerine getirmeye çalışırken, Selim de köklerini keşfetmeye başlıyor.

İki kardeşin bir noktada birbirlerini kabul etmeleri, aslında farklı kültürlerin birbirleriyle kesiştiğinde nasıl zenginleşebileceğini gösteriyor. Farklılıklar, ayrışmayı değil, tamamlanmayı getirebilir. Sakıp ve Selim’in yolculuğu, modern bireyin yalnızlığı ile geleneksel dünyanın sıcaklığı arasında bir köprü kuruyor.

Sakıp ve Selim’in yolculuğu, sadece iki kardeşin birbirini tanıma süreci değil, aynı zamanda aidiyetin ne olduğu üzerine bir sorgulama. Sakıp, Makedonya’da büyümüş; Selim ise Türkiye’de... İkisi de aynı babadan, ama bambaşka hayatlardan gelmiş. Birinin geçmişi Balkan topraklarının tarihî karmaşasıyla şekillenmişken, diğeri “modern” Türkiye'nin kaotik ama daha farklı bir gerçekliği içinde yetişmiş. Burada film, göçmen kimliğinin de altını çiziyor. Türkiye’ye göç eden Balkan kökenlilerin, geldikleri yerde “Türk”, geldikleri ülkede ise “yabancı” olarak görülmesi, aidiyetin ne kadar kırılgan bir şey olduğunu gösteriyor. Selim, kendi köklerine yabancı biri olarak çıktığı bu yolculukta, aslında sadece bir babayı değil, savaşın mirasını ve kendi kimliğini de buluyor.

Karakterlerle gerçekleştirdiğimiz yolculuk sırasında Türkiye’ye komşu ülkelerin, Balkanların ve özellikle Manastır’ın coğrafi, sosyolojik ve tarihi gerçeklikleri ile karşılaşıyoruz ve bu karşılaşma bizlere yakın dönem Avrupa Siyasetinin, savaşın ve insanlığın sorgulandığı bir yüzleşmeye getiriyor.

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, Sakıp ve Selim’in meyhanedeyken Bosna Savaşı üzerine girdikleri diyalog. Masada konuşulan her kelime, Avrupa’nın göbeğinde işlenmiş insanlık suçlarının sessiz çığlığını taşıyor. 1990’ların başında, Yugoslavya'nın parçalanmasıyla birlikte patlak veren savaş, binlerce insanın hayatına mal oldu. Ancak asıl dehşet verici olan, bu savaşın yalnızca bir çatışma değil, etnik temizlik ve soykırıma sahne olan bir insanlık suçu olması.

Savaşın dehşeti, anlatanların sesiyle bile hafifleyemeyecek kadar büyük. İnsanların yaşadığı travma, sıradan bir içki masasında bile ağırlığını hissettiriyor. Avrupa’nın ortasında, Batı'nın “medeniyet” kalesi olarak gördüğü topraklarda, yüz binlerce insanın katledilmesi, kadınların sistematik tecavüze uğraması, şehirlerin haritadan silinmesi… Ve tüm bunlara karşı dünyanın sessizliği.

Bu noktada Limonata, politik olarak doğrudan mesajlar vermekten kaçınsa da savaşın bireysel hafızadaki izlerini göstererek aslında büyük bir çığlık atıyor. Balkanlar’da doğan her neslin, geçmişin gölgesinde büyüdüğünü anlatıyor. Savaş, bir ülkenin tarihi olmanın ötesinde, kişisel hayatları da kökten değiştiriyor. Selim’in, bu coğrafyanın mirasını ve trajedisini bilmemesi, biliyor olsa bile yaşanılan dehşetin boyutunu tam anlamıyla anlamlandıramamış olması aslında Bosna’daki gerçek travmanın ne kadar görünmez hâle getirildiğini ispatlar nitelikte.

Bosna’daki savaşın kökleri, aslında Soğuk Savaş’ın en keskin miraslarından birine dayanıyor. Yugoslavya, Tito’nun güçlü liderliği altında, farklı etnik grupların ve inançların bir arada yaşayabildiği, sosyalist temelli ama Batı’ya da açık bir model oluşturmuştu. Ancak Tito’nun ölümünden sonra, Batı’nın da desteklediği ayrılıkçı hareketler ve milliyetçi politikalar devreye girdi. Yugoslavya, Sovyetler Birliği kadar sert bir Komünist devlet olmasa da Batı için "tehlikeli" sayılıyordu. NATO, bu parçalanmayı teşvik ederken, bir yandan da Balkanlar’daki çıkarlarını göz önünde bulunduruyordu.

Komünizm tehdidine karşı kurulan NATO’nun, Yugoslavya’nın dağılma sürecindeki tavrı tam anlamıyla bir ikiyüzlülük örneğiydi. Bosna'da yaşanan katliamlar karşısında Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin sergilediği pasiflik, aslında bilinçli bir tercihti. Batı, savaşın belli bir noktaya kadar devam etmesine göz yumarak bölgedeki güç dengelerinin kendi lehine oluşmasını bekledi. Srebrenitsa Katliamı bunun en acı örneği. BM güvencesi altında olan bir şehirde, Sırp güçlerinin binlerce Boşnak sivili katletmesine izin verildi. "Barış gücü" adı altında bölgede bulunan Batılı devletler ise yaşanan bu vahşete seyirci kaldı.

Yugoslavya’nın parçalanışı, sadece etnik çatışmalarla açıklanabilecek bir durum değil. Tito döneminde Arnavutlar, Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar ve diğer Balkan halkları bir arada yaşarken, bir gecede nasıl birbirine düşman oldu? Bu, aslında tarih boyunca birçok imparatorluğun ve çok uluslu devletin çöküşünde gördüğümüz bir senaryo. Böl ve yönet.

Filmde Sakıp ve Selim’in birbiriyle olan ilişkisi, tam da bu kopuşun sembolü. Aynı babanın çocukları, ama farklı dünyalara aitler. Birbirine düşman olan halklar gibi, birbirlerini tanımıyorlar bile. Ama yolculukları, ortak bir geçmişleri olduğunu hatırlatıyor. Tıpkı Bosna, Hırvatistan, Sırbistan ya da Makedonya’daki halkların, aslında aynı acıları taşıdığı gibi.

Savaş, yalnızca silahlarla değil, medya ve propaganda ile de yürütülür. 1990’larda Yugoslavya’da da tam olarak bu yaşandı. Her etnik grup, kendi liderleri tarafından düşmanlaştırıldı. Eskiden aynı mahallede yaşayan insanlar, televizyonlarındaki söylemlerle birbirini katledecek noktaya geldi. Ve nihayetinde, parçalanan Yugoslavya’nın yerine, Batı için yönetmesi daha kolay küçük devletçikler ortaya çıktı.

Yugoslavya’nın çöküşü, ulus devlet kavramının ne kadar önemli olduğunu, farklı kökenlerin, görüşlerin ve hareketlerin beraberce ve kardeşçe yaşayabilmesinin temelindeki en değerli olgulardan biri olduğunu gösterdi. Evet, çok kültürlü bir yapı mümkündür, ancak bunun devamlılığını sağlamak için özgürlükçü, ayrıştırmayan ancak aynı ideal uğruna beraberce yaşayabilen bir yönetimsel irade ve güçlü adalet mekanizması gerekir. Tito’nun ölümünden sonra, bu dengeyi sağlayacak bir figür olmadığı için, ülke Batı’nın ve içerdeki milliyetçilerin oyun sahasına döndü.

Bugün dünyanın farklı noktalarında benzer çatışmaların yaşanması, ulus devletlerin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Zayıf hükümetler, dış müdahalelere açık hale gelir. Bölünmüş toplumlar, emperyalist güçler için bir fırsat haline gelir. Ve tarih gösteriyor ki, halklar arasında bir kez nefret tohumu ekildiğinde, o nefret kolay kolay silinmez.

Filmde Manastır’da yaşayan halkın ve bölge insanının geçmişine ve geleneklerine olan bağlılığı ve kültürel yozlaşmaya karşı tutundukları dik tavır da oldukça naif öğelerle yansıtılmış.

Savaş, yalnızca toprakları değil, insanları da yakar. Bombalar binaları yıkar ama geride kalanların hafızalarını da harabeye çevirir. Ancak bölge halkı, onca acıya rağmen, geçmişine sırtını dönmemiştir. Çocukları, gençleri, kadınları öldürülmüş; toplu mezarlara gömülmüş, evlerinden sürgün edilmişlerdir. Ama bugün, hâlâ kendi dillerini konuşuyor, kendi geleneklerini sürdürüyor ve kimliklerine dört elle sarılıyorlar. Bölge insanı için kültür, yalnızca bir yaşam biçimi değil, varoluş mücadelesinin bir parçası. Limonata işte tam bu noktada, savaşın dehşetini yaşamış bu halkın kaybettiklerini değil, koruduklarını da anlatan bir film.

Savaş, Bosna’nın şehirlerini ve kasabalarını yakıp yıktığında, aslında hedef alınan yalnızca binalar değildi. Camiler, köprüler, tarihi eserler bilinçli olarak bombalandı. Çünkü kültürel miras, bir toplumun hafızasıdır. Hafızayı yok ederseniz, insanları geçmişlerinden koparırsınız. Ama Bosna halkı, bu saldırıya karşı durdu. Bugün Bosna’da ve bölgenin benzer kültürlere sahip insanlarında gelenekler yaşatılıyor, geleneksel müzikler dinleniyor, savaşta bile ayakta kalmayı başarmış tarihi köprülerin altında insanlar oturup hikâyelerini anlatıyor. Ne üzücü ki bu insanların savaşta kaybettikleri çok şey oldu, ama en önemlisi kimliklerini kaybetmediler. Çocuklarına unutturmamak için tarihlerini anlatmaya devam ettiler.

Türkiye’ye döndüğümüzde ise, 1946 yılından bu yana ülkenin savaşsız bir yıkımın içinde olduğunu söylemek mümkün. Toplumsal çürüme, yalnızca ekonomik krizle ya da siyasetle açıklanabilecek bir gerçeklik değil. Aslında mesele, çok daha derinlerde, bir milletin kendi tarihine, kültürüne ve değerlerine karşı nasıl yabancılaştığında. Kültürel yozlaşma, savaşın açtığı yıkımdan farklı değil; belki daha sinsi, belki daha görünmez, ama en az o kadar etkili. Bugün televizyon programlarından sosyal medyaya, eğitim sisteminden kentleşmeye kadar her alanda bir yozlaşma görülüyor. Popüler kültürün dayattığı yeni yaşam biçimleri, insanları köksüz, kimliksiz ve hafızasız hale getiriyor. Mahalle kültürü yok oluyor, dayanışma bitiyor, bireycilik kutsallaştırılıyor, tarihi yapılar birer birer ranta kurban ediliyor. Boğaziçi’ne yapılan gökdelenler, İstanbul’un siluetini yok eden beton kuleler, Bosna’da bombalanan Mostar Köprüsü’nden daha az yıkıcı değil aslında. Türkiye, tarih boyunca imparatorlukların, medeniyetlerin, kültürlerin kesiştiği bir yer. Ama bugün, kendi tarihini bilmeyen, kendi kültürüne yabancılaşan bir nesil yetişiyor. Bosna halkı, tüm imkânsızlıklara rağmen kültürüne sahip çıkarken, Türkiye kendi değerlerini bile isteye terk ediyor. Tıpkı Bosna’nın bilinçli bir savaş stratejisiyle bölünüp yok edilmeye çalışılması gibi, Türkiye’de de sistematik bir dönüşüm yaşanıyor. Eğitim sistemi, bilinçli olarak niteliksiz hale getirildi. Şehirler, ruhsuz beton yığınlarına dönüştürüldü. Televizyon dizileri, filmler ve medya, geçmişi değersizleştirip anlık tüketim alışkanlıklarını pompalıyor. Tarihi eserler yok edilirken, yerine plastik bir kimlik yaratılıyor. Bugün Bosna’ya gittiğinizde, savaşa rağmen korunan bir kültürel miras görmemiz mümkün ancak ne yazık ki Türkiye’de geçmişine, tarihine, coğrafyasına, doğasına, kültürüne, türküsüne, kendi halkına yabancılaşan, yabancılaştırılan ve toplumsal hafızası günden güne yok olan bir gerçeklik ile karşı karşıyayız.

Sakıp ve Selim’in yolculuğu belki de hiçbir zaman tamamlanmayacak. Çünkü Balkanlar’da, savaşın bitiş çizgisi yok. Savaş, sadece yeni isimlerle, yeni şekillerle devam edecek. Avrupa'nın ortasında bir soykırım yaşandı ve dünya bunu izledi. Şimdi ise, bunu hatırlamayanlar için Limonata gibi filmler, geçmişin unutulmasına izin vermeyen birer hafıza taşı olarak kalacak. Filmdeki meyhane sahnesi, işte tam olarak bu suskunluğu sorguluyor. O masada anlatılan anılar, dünya için çoktan kapanmış bir defter gibi görülse de Bosnalılar için dün yaşanmış gibi taze. Ve Limonata bu noktada, savaşın sadece tarih kitaplarına ait bir konu olmadığını, bireylerin hayatlarında nesilden nesile aktarılan bir travma olduğunu gösteriyor. Selim’in yolculuğu, sadece bir babayı bulma hikâyesi değil; geçmişi anlama, kimliği sorgulama ve savaşın mirasını keşfetme yolculuğu. Sakıp ve Selim, farklı yerlerde büyümüş olsalar da sonunda aynı hikâyenin parçaları olduklarını anlıyorlar. Tıpkı Yugoslavya halklarının, tarihin bir döneminde olduğu gibi ve tıpkı sistematik olarak Türkiye’de gerçekleşen, geçmişine, kültürüne, tarihine karşı yabancılaşma gibi.

Ve belki de Limonata bize şunu söylüyor: Geçmişi unutma. Çünkü unuttuğun her şey, bir gün yeniden yaşanır.

Sinema dolu günler…