Tom McCarthy’nin 2015 yapımı Spotlight filmi yakın dönem politik sinemanın en etkileyici örneklerinden biri. Film, ABD’deki Boston Globe gazetesinin Spotlight adlı özel araştırma ekibinin, Katolik Kilisesi'nin çok sayıda rahibinin çocuklara cinsel istismarda bulunduğu ve bunu yıllarca örtbas ettiği skandalını ortaya çıkarmak için verdikleri mücadeleyi konu alır. Gerçek bir hikâyeye dayanan bu film, gazetecilik dünyasında önemli bir dönüm noktasını anlatan bir dramadır.
Gazetecilik, genellikle basitçe “yazı yazmak” ya da “haber yapmak” gibi düşünülen bir alan olarak ele alınır. Ancak Spotlight, bunun ötesine geçer; gazetecilik, bir toplumun ahlaki vicdanını sorgulamak ve adaletin yerine gelmesi için savaşmaktır aslında. Bu anlamda, McCarthy’nin anlatımı, gazeteciliğin yalnızca bir meslek değil, toplumun karanlıklarına tutulması gereken bir fener olduğunu vurgular. Filmin birçok sahnesi, derinlemesine bir araştırmanın izlerini taşır: gizliliğin, örtbasın, yalanların izleri… Bir gazete sayfasının arkasındaki yüzlerce saatlik, fiziksel ve zihinsel bir çabanın simgesi. Bu anlamda Spotlight, yalnızca bir gazetecilik başarısının değil, aynı zamanda vicdanın, ahlakın ve sorumluluğun da keskin bir hesaplaşmasını sunar.
Filmde gazeteciler, dev bir sistemin çürümüşlüğünü deşmek için bir araya gelirken, aynı anda medya içindeki kurumsal çıkarların ve egemen güçlerin engellemeye çalıştığı bir mücadelenin de içindedirler. Bir haberin peşinden gitmek için verdikleri çaba, neredeyse bir varoluşsal savaşa dönüşür.
Spotlight, gazeteciliği yalnızca bir meslek olarak değil, bir çağrı, bir görev, bir inanç olarak sunar. Film, gazeteciliğin arka planında neler yaşandığını, gizlenen ve yok sayılanların nereye kadar gittiğini arayan bir ışık gibi işler. Ekip, sadece Katolik Kilisesi’ndeki taciz skandallarını değil, aynı zamanda toplumun gerçeği kabul etmeme ve görmezden gelme alışkanlıklarını da ortaya çıkarır ancak Spotlight’ın verdiği en önemli ders, gazeteciliğin ahlakıdır. Bu, yalnızca doğruyu söyleme değil, doğruyu arama sorumluluğudur Film, bir haberi yazmanın ne kadar ciddi bir sorumluluk olduğunu, haberin bir toplumun ruhunu değiştirebileceğini, iktidarın karşısında bir toplumu savunabilecek güce sahip olduğunu gözler önüne serer. Burada McCarthy, bir gazetecinin işini sadece “haber yapmak” olarak görmemesi gerektiğinin, aksine doğruyu bulmaya odaklanması zorunluluğunun mesajını verir. Bu anlamda yönetmen McCarthy, yalnızca gazetecilerin araştırmalarını değil, aynı zamanda o araştırmanın ışığında karanlıkta kalan kurumları, vicdanları ve ilişkileri de ortaya serer.
Spotlight, sadece gazetecilik üzerine bir hikaye değil; aynı zamanda baskıcı güçlerin, vicdansız örtbasların ve kurumsal çıkarların adalet arayışına nasıl engel olduğu, gerçeği arayanların nasıl susturulmaya çalışıldığı üzerine bir manifestodur. Bu yapı, yalnızca Katolik Kilisesi ve onun derinlemesine örtbas ettiği suçları değil, bu tür yapıların, gerçeği arayanların karşısında tutundukları tavrı ve aldıkları aksiyonların benzerliklerini de sergiler.
Filmdeki Spotlight ekibi, güçlü kurumları sorgularken yalnızca engellerle karşılaşmakla kalmaz, aynı zamanda kendilerine yönelik kişisel tehditlerle, ekonomik baskılarla da mücadele etmek zorunda kalır. Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışan gazeteciler, bazen fiziksel, bazen psikolojik anlamda yalnızlığa mahkûm edilirler. Ancak bu yalnızlık, Spotlight’ın sunduğu gibi bir onur mücadelesine dönüşür. Ve nihayetinde, gerçeğin ışığının daima karanlıkları aydınlatacağına dair bir inançla devam ederler. Bu anlamda Türkiye’deki medyanın bugünkü yapısı, Spotlight’ın anlatmak istediği temel meselenin bir tekrarı gibidir: Gerçeklerin önüne çıkarılmaya çalışılan engeller, ideolojik ve ekonomik baskılar, siyasi iktidarın gölgesinde boy gösteren medya organları, sonrasında ise bu çarpık düzene karşı savaşmaya çalışan bir avuç gazeteci.
Tom McCarthy’nin Spotlight filmi, gazeteciliğin en yüce formunu, yani doğruluğun peşinden gitmeyi ve sistemin en derin noktalarına ışık tutmayı vurgular. Bu anlamda bence Türkiye’deki medyanın durumu da, Spotlight’ın ele aldığı temalarla en azından Gazetecilik kavramı açısından fazlasıyla örtüşmekte. Zira ülkemizde de bir kesim medya, gazetecilik kavramının olmazsa olmazlarını çarpıtmak ve manipüle etmekle kalmıyor, aynı zamanda kendi çıkarlarını korumak ve toplumsal hafızayı yeniden şekillendirmek için güçlü bir baskı aracı haline gelmiş durumda. Bu medya yapısı, tıpkı Katolik Kilisesi’nin kasvetli ve gerçeği gizlemeye çalışan yapısı gibi, kendini korumak adına neredeyse her şeyi yapıyor. Türkiye’deki medya organları arasında yaşanan bu keskin ayrışma, yalnızca ideolojik bir ayrım değil; aynı zamanda gerçeği söylemeye çalışanların da karşılaştığı sistematik baskıların bir yansıması. Bu anlamda Türkiye’deki gazetecilik kavramı, benzer bir yalnızlık ve mücadeleyi sürdürmek zorunda. Boston Globe ekibinin karşılaştığı zorluklar, Türkiye’deki gazetecilerin mücadele ettiği baskılarla kesişir. Ancak burada fark şudur ki; Türkiye’deki gazetecilere yönelik baskılar yalnızca susturma amacını gütmez. Aynı zamanda belirli bir tarafın yanında yer almayan gazetecilerin sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak izole edilmesine de neden olur. Bu anlamda gazetecilik prensiplerinin peşinden gitmek, bir anlamda sansür duvarlarıyla karşı karşıya kalmak demektir. Medya organlarının yalnızca belirli bir siyasi kurumun çıkarları doğrultusunda çalışmaya zorlanması, haberin ve yorumun “tek sesli” olmasına neden olur. Bu, Spotlight’ta karşılaşılan o korkunç örtbasla benzer bir durumu yansıtır: Gerçekler bastırılır, manipülasyonlar büyür, ve buna karşılık gelen toplumsal tepkiler ise susturulmaya çalışılır.
Spotlight, sadece bir gazetecilik hikayesi değil, bir gücün, sistemin ve siyasete ile iç içe geçmiş inanç kurumlarının çürümüşlüğünü, yıllarca süregelen örtbasları ve bu örtbasların toplumu nasıl şekillendirdiğini anlatan derin bir trajedidir. Filmde Katolik Kilisesi’nin içerisinde, özellikle taciz suçlarının ortaya çıkarılması için verilen mücadele, yalnızca bir kurumun içindeki yozlaşmayı değil, aynı zamanda dini otoriteler ile iktidarların nasıl iş birliği yaparak suçları örtbas edebildiklerini de gösterir. Kilise’nin, insanlık dışı suçlarını örtmek için iktidarlarla kurduğu bu bağlantılar, Spotlight’ın merkezine yerleşmiş olan anlatının en karanlık yönlerinden biridir ve bu bağlamda, film, bu yapının ne kadar tehlikeli bir şekilde toplumun vicdanını yok ettiğini, gücün her şeyin önünde nasıl durduğunu ve gerçeğin peşinden gitmeye çalışanların nasıl engellendiğini dramatize eder. Katolik Kilisesi’nin, yalnızca bir dini otorite olmanın ötesinde, aynı zamanda büyük bir sosyo-politik güce sahip bir yapı olduğuna dikkat çekilir. Filmin kalbinde yer alan mesele, bu kurumun içindeki kirli işlerin, yalnızca dini bir otorite tarafından değil, aynı zamanda egemen güçle birleşerek, sıradan insanları ve toplumu hiçe sayan bir sistem tarafından saklanmasıdır. Spotlight’ta, gazetecilerin soruşturduğu taciz suçları, Kilise’nin yıllarca koruduğu, görmezden geldiği ve “sistematik olarak gizlediği” bir suçtur. Ancak bu gizleme ve örtbas etme süreci, yalnızca Kilise’nin içindeki yozlaşmış yapılarla değil, aynı zamanda o dönemin iktidarlarının ve toplumun büyük bir kısmının göz yummasıyla mümkün olmuştur. İktidarlar, dinin gücünden beslenir ve dini kurumlar, iktidarların sürdürülmesine katkı sağlar. Katolik Kilisesi, bir taraftan dini ve moral otoritesini korumaya çalışırken, diğer taraftan sistemin içinde yer alan suçluları korumak adına iktidarlarla sıkı bir bağ kurmuştur. O dönemki toplumda, Kilise'nin gücü sadece ruhani bir otoriteyle sınırlı değildir; aynı zamanda bir siyasal güç ve toplumsal düzenin teminatıdır. Bu iki güç arasındaki karşılıklı yarar sağlayan ilişki, Kilise’nin taciz suçlarını örtbas etmesinin temel sebeplerinden biridir. Gerçekleri arayan gazetecilere uygulanan engeller, Kilise’nin gücünü koruma çabasıyla daha da derinleşir.
Spotlight, sadece bir film değil, bir çağrı, bir uyarıdır. Gerçeklerin peşinden gitmek, kurumların karanlık köşelerine ışık tutmak, ancak güç ve iktidar tarafından baskı altında olan bir toplumda mümkün olabilir. Türkiye’deki medya ortamı, Spotlight’ın sunduğu şablonla ne kadar benzerse, o kadar da tehlikeli bir yolculuk sunar. İktidarın medyayı ele geçirdiği, doğruların büküldüğü ve baskı altında gazetecilerin susturulduğu bir toplumda, gerçeği aramak, adeta bir direnişe dönüşür. Spotlight’ın bize verdiği en önemli ders, her ne kadar sistem tarafından örtbas edilmeye çalışsa da, gerçeğin her zaman yolunu bulacağıdır. Çünkü her karanlık gecenin sonunda, Spotlight'ın ışığı her zaman aydınlık bir yarına doğru yol alır.