Bir süredir Suriyelilere yönelik linçler, milli takım futbolcusunun yaptığı kurt işareti ve Türklüğün tarihi, Kürtçe tabelalara “bilinmeyen dil” denmesi, Kürt’üm diyen bir futbolcunun vatandaşlıktan çıkarılması önerisi, milliyetçilerin vatanseverliği kimseye bırakmadığı halde bu sevginin ülkeyi birleştirdiğinin mi yoksa böldüğünün mü belli belirsiz olması, devletin çok kutsandığı bu dönemde, devletin daha doğru ifadeyle yöneticilerin sorun çözücü değil sorun üretici olması üzerinden ülke geriliyor. Bu gerilimlerin bazıları reel bazıları suni olsa da sonuçta Sinan Ateş cinayeti, ekonomik kriz gibi reel problemleri maalesef konuşamıyoruz. Ve gerilimden bir türlü kurtulamıyoruz.

Bunlar aslında Türkiye için yeni problemler değil. Her ne kadar Ali Bayramoğlu, Suriyelilere yönelik linçler sonrası “Bizim çatışmalarımız iç çatışmalardı, yabancı düşmanlığı gelenekte olmayan bir yeni faktör” tespitinde bulunsa da kendisine katılmıyorum. Zira zenofobi (yabancı/öteki düşmanlığı) bir yerde mevcutsa ki maalesef mevcut, zenofobi duyan için yabancı olarak belirlediğinin kimliğinin ne olduğunun, içeriden bir yabancı mı yoksa dışarıdan bir yabancı mı olduğunun bir önemi yoktur. O, öteki/yabancı gördüğü herkesi çatışılması gereken “düşmanlar” olarak görür. Bu nedenle Suriyelilere karşı yapılan linç girişimlerinin Madımak ya da 6-7 Eylül olaylarından bir farkı yoktur.

Cumhuriyetin 100. yılında olduğumuz bu dönemden geriye doğru bakınca zaten yaklaşık 50 yıl boyunca tek parti rejimi/anlayışı ile halkın kendi kendisini yönetmesinin mümkün olmadığını, çok partili hayata geçişle birlikte ise başlayan darbeler tarihi ile demokrasi, kendi kaderini tayin ve birlikte yaşam kültürü edinmenin pek mümkün olmadığını görüyoruz.

Ülkede Türk, Müslüman, Hanefi, laik, devletçi/milliyetçi bir ideal tip oluşturuldu ve bunun dışında kalan herkes düşman, herkes öteki, herkes yabancı kabul edildi. Ancak mesele bu kadar net ve basit değil. Zira çeşitli paradokslar da bu öteki düşmanlığı arasında tutarsızlığın nirvanası olarak karşımızda duruyor. Şöyle ki…

Bir yandan Türkiye’de ideal olan Müslüman kimliği olarak belirlenmiş olsa da Batı’ya yönelik öykünme nedeniyle Müslümanlığın kimlikten daha öteye geçmemesi beklenir. Müslümanlığın Türkiye tipi dışlayıcı laikliğin sınırları içinde kalması istenir. Batı’nın oryantalist düşüncesi karşısında Ortadoğulu, sömürgeleştirilmesi gereken toplumlar olunmadığı, özetle Arap olunmadığı vurgulanır. Çünkü Arapların “bedevi, medeniyetten uzak, dört kadınla evlenen, yobaz ve geri kalmış” olduğu ezberiyle yola çıkılır bu nedenle Arap düşmanlığı bir çeşit kendi kimliğini kurmak için kullanılır. Ve bu paradoks, sömürgeleştirici olanın, İstanbul’u Maraş’ı işgal edenin İngiltere, Fransa olduğu gerçeğinin üzerini örter ve “Araplar bizi sırtımızdan vurdu” şeklindeki kadim nefret söylemi ile Batı karşısındaki kompleksi tedavi etmek için kullanılır. Yani “ben de Nişantaşı çocuğuyum” sendromu gibi bir şey.

Üzülerek belirtiyorum ki, hasta olunmadığı yani teşhis yanlış olduğu için tedavi de yanlış olduğundan bir türlü rahata eremeyiz. İkinci paradoksumuz karşımıza çıkar; ırka dayalı kimlik. Evet, “biz bu Doğulu, esmer bedevilerden beriyiz, beyaz ve medeniyiz, bakın biz de Nişantaşı çocuğuyuz, biz de sizdeniz ama…” ile devam eder. O “ama”nın altında da Batı’ya karşı “biz o değiliz ama biz buyuz” deme gereksinimi doğar. Dolayısıyla tüm Batı’nın da bize düşman olduğu, bizi kıskandığı iddiasına sarılırız. Milli futbolcumuzun yakın zamanda kullandığı ifadelerin altında da bu paradoks yatmakta… milli futbolcusun, çok iyi bir müsabaka sergilemişsin, kazanmak da kaybetmek de var, senden beklenen iyi oynamandı, oynadın, bundan fazlasına hiç gerek yok ama “Türk olmak zordur, çünkü bütün dünyaya karşı savaşmak zorundasın.” deme gereği duyuyorsun. Oysa buna gerek yok ama bu, futbolcunun kusuru değil, o, böyle bir sistemin oluşturduğu atmosferde oraya itilen binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından biri. Aynı televizyonda bir yarışma programında sadece bir soruyu bilemediği için eleştirilen üniversite öğrencisi gencin alakası olmayan yerde Atatürk savunmasına yönelmesi, gerek duyması gibi…

Bugün yaşadığımız problemlerin birçok sebebi olabilir ama en önemli sebeplerinden biri bu; gereksizce bir komplekse kapılmışız ve bunu yabancı, öteki görülen kim varsa onları değilleyerek ya da onlara bir şeyleri dayatarak çözmeye çalışıyoruz. Oysa kompleks duymaya hiç gerek yok, iyisiyle kötüsüyle kendimize ait özgün bir hikayemiz var ve ondan utanmak ya da onunla abartılı gurur duymak zorunda değiliz. Batı’dan daha aşağı ya da Doğu’dan daha üstün değiliz, eleştirilecek yanlarımız da var, değiştirilmesi gereken kusurlarımız da var, övülecek yanlarımız da var ama bunların hiçbirisi kendimiz gibi olmayana saldırmayı gerektirmiyor. Sabah daha erken kalkanın biraz daha geç kalkanı “hain” ilan etmesinin kabul edilebilir olduğu bir zamanda bu kadar basit şeyleri izah bile esef sebebi ancak buna mecbur bırakılınca başka seçenek de kalmıyor.

Kürtlere “terörist, vatansız”, Araplara “defol bedevi”, Ermeni’ye “hain”, dindara “Arap sevici” deyip mülteci ve Alevi’ye olmadık saldırıları yapıp bir de üstüne gördüğünüz her yerde herkese “Türkiye Türklerindir” şeklinde dayatmalarda bulunamazsınız. Ve insanlar bu baskıyı kabul etmeyince de “bana haksızlık edildi” diye ağlayarak bu ülkeyi sevemezsiniz, sadece gerersiniz. Yaptığınız en azından kutuplaştırmadır ve yanlıştır. Ve bu dayatmalara karşı haklı olarak ortaya çıkan itirazlar da itiraz edenin değil bu dayatmaları yapanların kusurudur. Emin olun kimsenin Türklükle, Türkiye ile bir sorunu yok, sorun belirlenmiş ideal tipin herkese dayatılması. Önce bu tipi dayatıp sonra herkesin dayatılan gibi olmadığı ve olmayacağı gerçeği ortaya çıkınca bu doğal sonuca bozulmanızdan, çok sevdiğinizi iddia ettiğiniz ülkenin canına okumanızdan, insanına rahatsızlık vermenizden ve sonra olaydaki en mağdur kendinizmiş gibi hareket etmenizden bu ülke yoruldu, sadece ideal tip olmayanlar değil hepimiz yorulduk; Türklük de yoruldu, milliyetçilik de yoruldu, Atatürk de yoruldu ve hatta kurt bile yoruldu. Ama en çok sen yoruldun ve aynı zamanda en çok sen yordun, ne dersin kardeşim, artık biraz dinlensen mi, senin gibi olmayan da biraz nefes alsa mı?