“Orduyu yıpratmayalım” ifadesi, Türkiye’de ordu, kendi alanı dışına çıkmaya çalıştığında, orduya yönelik haklı eleştirileri susturmak için, ordu içerisinde oluşan klikler etkinlik gösterdiğinde, orduya yanlış ve haksız biçimde müdahale edildiğinde yani ordu her tartışmaya açıldığında kah doğru kah doğru olmayan biçimde kullanılan ezber ifadelerden biri. Normal şartlarda elbette ordu yıpratılmamalı ama normal şartlarda… Peki, Türkiye’nin normali nedir ya da normali var mı?
Milli Savunma Üniversitesi'ne (MSÜ) bağlı Kara Harp Okulu'nun mezuniyet töreninde kılıçlarını çekerek “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla yemin eden beş teğmenin ve üç disiplin amirinin TSK’dan ihraç edilmesi sonrasında Türkiye’de eski ama eskimeyen bir Atatürk ve ordu tartışması başladı.
Ülkenin bir kesimi için ihraç edilen askerler, sadece “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dedikleri için ihraç edilmişti. Buna bağlı olarak da ihraç kararı yanlıştı. Diğer kesim içinse askerler, “disiplinsizlik, TSK’yı tartışmaya açacak bir duruma sebep olma” nedeniyle ihraç edilmişti. Ve buna bağlı olarak da ihraç edilmeleri doğruydu.
Aşırı derecede şaşırmış gibi yapmaya lüzum yok; Türkiye’de ordu, oldu bitti tartışmalı bir kurumdu. Paradoks gibi görünmesin ama aynı zamanda asla ve asla da tartışılmayacak, tartışmaya açılmayacak bir kurumdu. Elbette bu, AK Parti’ye kadar böyleydi…
AK Parti iktidarı öncesinde Türkiye’de hangi siyasi yapı iktidarda olursa olsun asıl iktidar sahibi TSK idi. Askerin sürekli siyasete müdahil olmak gibi bir geleneği vardı yani halkın kendi kendisini yönettiği, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu pek söylenemezdi. Her daim darbe yapan bir ordu vardı diyemeyiz ancak “gerektiğinde” darbe yapmaktan imtina etmeyen TSK mensupları vardı. Ve bu, Türkiye’nin önündeki engellerden biriydi. Zira sivil alanın sürekli asker tarafından şekillendirildiği rejimlerde demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.
Hani sık sık 1950’den bu yana iktidarda olmamasına rağmen iktidar olacak endişesi ortaya sürülen CHP var ya… işte o CHP’nin iktidar olmasa da fikirlerinin iktidarda olduğuyla kastedilen biraz da buydu. CHP, gölge iktidar, ordu olduğu müddetçe iktidara gelmese de hem kendisini iktidarda görüyor hem de kendi ideolojik önceliklerinin “güvende” olduğunu düşündüğü için siyasi olarak olmasa da fiili olarak kendisini iktidarda görüyordu. Ve bu nedenle de “maalesef” her tür darbe ve darbe girişimine de destek veriyordu. Bunu geçmiş zaman ile ifade kullanmak doğru zira CHP’nin bugün aynı CHP olduğunu söyleyemeyiz, tümüyle olmasa da kısmen bu eski geleneğinden sıyrıldı ya da sıyrılmaya çalışıyor, demek daha doğru olur.
AK Parti iktidara geldikten sonra maruz kaldığı engellemelerin bir kısmı da yine bazı TSK mensuplarından kaynaklanıyordu. 27 Nisan 2007’deki E-muhtıra bunun en net örneğidir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde “laiklik” vurgusuyla Türkiye’de cumhurbaşkanı adayının nasıl olması gerektiğini “üzerlerine vazife olmasa da” belirtme gereği duymuşlardı.
Türkiye’deki bu militarist rejim içinde TSK’nın bazı mensupları elbette yalnız hareket etmiyordu. Bu anlamda medya ve “sanat camiası” kendilerinin bir numaralı destekçileriydi. 28 Şubat sürecine giden yolda TSK mensupları, medya ordusu ile geziyor ve medyanın tüm manşetleri bazı rütbelilerin ağızlarından çıkan sözlerle belirleniyor, o rütbeliler sürekli brifingler veriyordu. Zaten bu nedenle AK Parti iktidar olduktan sonra “kendi medyasını” oluşturdu ve bu nedenle de o medyayı itibarsızlaştırmak için “yandaş medya” sloganı bulundu oysa bu sloganı bulan, önceki rejimin “yandaş medyası”ydı.
Ve evet, “sanatçılar” üzerinde bugün olduğu gibi bir baskı yoktu, filmlerde ya da skeçlerde doğrudan siyasileri eleştirebiliyorlardı, karikatürlerini çiziyorlardı ve bunlar “bugün olduğu gibi” dava konusu olmuyordu. Ama şu noktayı kaçırmamak gerek; ülkenin görünür yönetimi siyasi partiler olsalar da gölge yönetimi/asıl yönetimi bazı ordu mensuplarının elindeydi, bu nedenle, sanatçıların siyasileri eleştirme hürriyeti olması ülkede düşünce hürriyeti imkanı ve tam bir demokrasi olduğu anlamına gelmiyordu. Zira o sanatçılardan hiçbirisi hiçbir zaman o gölge yönetimi/asıl yönetimi eleştiremediği gibi onlara alan açılsın diye seçilmiş siyasi yöneticileri ,hiçbir engelle karşılaşmadan eleştirebiliyor, böylece gölge yönetim karşısında siyasi meşru yönetimi daha zayıf, daha kırılgan göstererek gölge yöneticilerin asıl yöneticiler olduğunu “fark ettirmeksizin” topluma kabul ettirebiliyordu. İktidarın biraz da bu nedenle şu “sanat sepet” dünyasına ayar verdiği söyleniyor.
Teğmenler meselesi de yine bu eski rejim, yeni rejim üzerinden değerlendirilebilir.
AK Parti, orduyu olması gereken yere kışlaya gönderdi. Siyasetin sivilleşmesi için bu doğru ve olması gereken bir hamleydi. Ancak…
Ancak bunu yaparken iki soru işareti ve hatta iki problem oluştu; ilki siyasetin sivilleşmesi sırasında birbirlerinden bağımsız şekilde askerin ve sivil siyasetin ideal bir biçimde işler olması yerine sivil siyasetin ordunun üstü gibi bir konuma gelmesi. İkincisi ise iktidarın, sivil alana hakim olması sonrası yapması gereken demokratik bir toplum, demokratik bir yönetim inşa etmekti ancak bunun yerine otoriter bir yönetim inşa etmeyi tercih etti.
Teğmenler meselesi, “Atatürk’ün askeriyiz” ve “Atatürk’ün askeri değiliz” şeklinde tartışılıyor ancak tartışması gereken durum bu değil. Tartışılması gereken, yukarıda belirtilen iki durumdur. Ve şu durumda, herhangi birinin askeri olmadan sorulacak soru da şudur; teğmenlerin ihracına neden olan TSK’yı tartışmaya açma meselesi acaba aynı şekilde iktidarın TSK’yı tartışmaya açık hale getirmesiyle benzerlik göstermiyor mu?