Ber û rûyê Tirkan û Kurdan ber bi aştiyê ye

(Türklerin ve Kürtlerin yüzü Barışa dönük)

Türkiye’de bir Kürt meselesi var. Nokta.

Bununla birlikte, Kürt meselesinin tek bir boyutu yok, birçok boyutu var.

Türkiye’nin Kürt meselesine dair şimdilerde başlattığı diyalog ve çözüm sürecinin doğrudan muhatabı İmralı ve İmralı’nın muhatabı da PKK. Dolayısıyla Kürt meselesinin birçok boyutundan biri olan terör meselesi üzerinden bir çözüm süreci işletilmeye çalışılıyor.

Her ne kadar Türkiye’de çözümün kolay olmayacağı vurgulansa da çözüme karşı olanların etkisinin fazla olacağı iddia edilse de çözümden yana olanların sayısı da hiç de az değil. Biraz da çözüme karşı olanların sayısının çok değil de sesi fazla çıkan kesimden olması nedeniyle çözüm karşıtları oldukça kalabalık görünüyor ve görüntü çoğu kez aldatıcı olabiliyor.

Çözüme karşı olan sayısı az, sesi fazla kesimin birçok provokatif girişimi de mevcut. Özellikle göz göre göre gerçek olmayan şeyleri söyleme ya da söylenenleri çarpıtma gibi bir maharetleri maalesef var. Örneğin, Sırrı Süreyya Önder’in “Bu meseleyi Türk ve Kürtler birlikte çözmeli, bu ‘bizim’ meselemiz, biz çözemezsek birileri müdahil olmaya çalışır” minvalindeki yapıcı açıklamaları, bir çarpıtma ile tehdit olarak sunulmaya çalışıldı. Ya da her tür provokatif fırsatı değerlendirenler öyle bir durum olmadığı halde Amedspor maçında İstiklal Marşı’nın ıslık çalınarak protesto edildiği yalanını uydurabildiler. Ya da ortada tarafların hiç zikretmediği “iki devlet, iki bayrak” söylemini üretip bi de hızlarını alamayıp buradan “kılıç hakkı” gibi ifadelerle iç çatışmaya işaret edebildiler.

Bu ve benzeri provokatif, çözümü hedef alan çıkışların bir amacı da Kürt meselesinin toplumsal, insani boyutunu “terör” meselesine boğmak, böylece meselenin çözülmeye daha müsait toplumsal yönünü çözümsüz ve hatta mevcut durumdan kötü bir hale getirmek. Çünkü olası bir çözüm, olası bir barış bahsi geçen provokasyonlara soyunanların varlık sebebi olan gerilim ve kutuplaşmayı ellerinden alıp kendilerini eli boş bırakacağı için kendi varlıklarını korur gibi problemleri, gerilimleri, kutuplaşmaları korumaya çalışacaklar.

Kürt meselesinin provokatif ve gerilim tarafında olmasa da çözümle ilgili aklında soru işaretleri ya da bilindik ezberleri olan kesimler, “Kürtler hangi haktan mahrum, devletin Kürtçe televizyonu var, Kürtçe ya da Kürt olmak yasak değil, Kürt hakim, savcı, başbakan bile oluyor” şeklinde tepkilerde bulunuyor. Çözümün gerekliliğini anlaması gereken kesimlerden biri de bu kesimler ve anlatmak da çözümün taraflarının görevi…

Baştan belirtmekte fayda var; Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı, Kürtlerin bir devleti var ve bu devlet Türkiye Cumhuriyeti. Ancak anayasal, anadil gibi tanımlamalarda ve toplumsal diyaloglarda maalesef sorunlar var ve bu Kürtlerin “eşit vatandaşlığının” önünde engel oluşturuyor.

Evet, Türkiye’de Kürt olmak suç değil, Kürtçe bazı dönemler yasak olsa da artık yasak değil, Kürtler; hakim, savcı, başbakan da oluyor. Ancak…

Kürtçe sokak tabelası yazmadığı müddetçe, Kürt’üm demediği müddetçe, Kürtçe anayasal olarak tanınsın demediği müddetçe, Kürt kimliği de anayasada tanınsın demediği müddetçe… bunları dediğinde ise maalesef “hain, bölücü, terörist” ilan ediliyorlar. Yani asimile olmuş Kürt olmak ve izin verildiği kadar Kürt olmak serbest ancak bu sınırların dışına çıkınca Kürt olmak bir güvenlik sorunu oluyor. Ve bu durum sadece siyasi vatandaşlık boyutunda kalmıyor, topluma, toplumsal ilişkilere de iniyor. Düşünün, on yıllardır birlikte yaşıyoruz ama tek bir Kürtçe kelime, Kürtler dışında toplum içinde dolaşımda değil. Şimdi bu, adı konulmamış bir dil yasaklanması ve yanımızdaki, içimizdeki dili yok saymak, dışlamak değil midir?

Baba tarafından Rize kökenli bir ailenin çocuğuyum. Ailem Laz değil, dil bilmiyoruz, Türk’üz ve üç kuşaktır da Samsun’da yaşıyoruz. Buna mukabil, rahmetli dedeciğim ve babaanneciğim Lazca, Rumca/Yunanca kelimeler kullanırdı ve hatta ben bile o kelimeleri kullanırım. Yani birlikte yaşadığımız insanlarla girdiğimiz her ilişki sonucunda birçok şeyde olduğu gibi dillerimiz arasında da mutlaka geçişkenlik olur. Ancak bunun bir istisnası var, o da Kürtçe.

İlk çözüm süreci sırasında, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde, o dönemin isimlendirmesiyle, “Demokratik Açılım Süreci” kapsamında bir konuşmaya davet edilmiştim. Sanırım konuşma içerisinde yine Kürtçe konusu geçmişti. Konuşmanın sonunda, soru-cevap kısmında meseleyi ele alışımı oldukça beğendiğini ifade eden bir öğrenciye Kürtçe teşekkür ettim, spas dikim dedim. Her şey gayet normal, tabi benim açımdan… konuşma bitince o genç kardeşim yanıma geldi ve bana dedi ki; “Hocam, burada dört yıldır öğrenciyim ve ilk kez Kürtçe bir cümle duydum, bunun nasıl değerli olduğunu anlatamam, bu kadar küçük bir şey… işte o kadar değerli…

Bitmedi, programın bitiminde bir arkadaşım yanıma geldi ve şöyle bir şey dedi; “Cemile sen niye spastiğim” dedin? Allah Allah ne diyor bu derken jeton düştü; milyonlarca Kürt ile aynı ülkede onlarca yıl yaşayıp Kürtçe “teşekkür ederim” şeklindeki iki kelimeyi dahi bilmiyorduk, elbette bu arkadaşımın kabahati değil, maalesef bu bizim gerçekliğimiz. Üzücü gerçekliğimiz.

Evet, belki bu saatten sonra Kürtçe öğrenemeyebiliriz ancak Kürtçeyi, Kürtleri görünmez ve bilinmez saymayabiliriz, yok saymamayı öğrenebiliriz. Çünkü Türklerin, Türkiye’nin yüzü, hiç olmadığı kadar Kürtlere ve barışa dönükken, Kürtlerin yüzü de hiç olmadığı kadar barışa, Türklere ve Türkiye’ye dönük.

Berê Tirkan li Kurdan berê Kurdan jî li Tirkan û Tirkiyeyê ye. Berê herduya jî ji her demê zêdetir li aştiyê ye.