Güvenlik, istihbarat ve terör çalışanlar bilirler ki hiçbir terör örgütü, birden zuhur etmez ve birden ortadan kaybolmaz. Ancak bunların istisnaları vardır, istihbarat kurumlarının dahil olduğu, bazen desteklediği terör grupları. Bunlardan bir tanesi de Hizbullah’tı. Nasıl ve niye mi, tane tane anlatayım…

Bahsi geçen istisna terör örgütlerinin tüm üyelerinin kurgu karakterler olduğu elbette söylenemez. Zira cihadı sadece “savaşmak” zanneden Müslüman sayısı az değil. Şehadet makamına sadece savaş yoluyla ulaşacağına inanan Müslüman sayısı da… Dolayısıyla “Hizbullah, tümüyle bir istihbarat örgütleri ürünüdür” denilemez ama aynı zamanda tamamen doğal ortam ürünü olduğu da iddia edilemez. Dönemi itibariyle birçok taraf açısından oldukça “kullanışlı” bir örgüt olduğu ise pekala söylenebilir.

Soğuk Savaş sonrası dönemin global ölçekte en önemli iki güvenlik söylemi vardı: İlki Müslümanların ve İslam’ın güvenlik konusunda tehdit olduğu, ikincisi ise özellikle 11 Eylül terör saldırıları sonrası belirginleşen Müslümanlar ve İslam’dan kaynaklanan güvenlik sorunun tüm dünya için tehlike olduğu ve bu tehlikenin de terör üzerinden yürütüldüğü. Yani uluslararası ölçekte güvenlik tehdidi “İslami terör” üzerinden şekillenirken Türkiye’de de bu söylem paralel biçimde yürüyordu.

Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren güvenlik konusunun iki önemli öznesi terör örgütü PKK ve irtica ile mücadeleydi. 90’lı yıllar aynı zamanda Refah Partisi’nin yerel yönetimlerden genel yönetime kadar etkin olduğu, Kürt meselesinin terör gerekçesiyle kangren olduğu, gözaltında kayıpların, faili meçhullerin, beyaz torosların etkin olduğu yıllardı.  Yani ülkede en önemli konu irtica ve terör ile mücadeleydi. Bu mücadeleler için sivil siyaset yeterli değildi ve yönetime askerlerin müdahale etmesi gerekiyordu zira konu güvenlikti. En azından ifade edilen buydu.

İrtica ile mücadele önemliydi zira İslami hassasiyetleri olan bir isim olan Necmettin Erbakan, siyasette ön plana çıkıyor, NATO’dan onay almadan hareket etmeye çalışıyor, Ortadoğu ile temaslarda bulunuyor ve hatta Kürt meselesinden bahsediyor yani kendisine çizilen sınırların dışına çıkmaya çalışıyordu. Tabi aynı zamanda müesses nizamı rahatsız etmemek adına rejimle çatışmayacağını söylüyordu. Ancak bu söylemler siyasi hayatının darbe ile sonlandırılmasını engelleyemedi. Ve tabi bazıları için irtica ile mücadele için siyasi ve kamusal alanda dindarların etkinliğini darbe ile engellemek yeterli değildi, kökünden kazımak gerekiyordu. Bu kökünden kazıma gereği de 1997 sonrası dönemde irtica ve terörün birleşmesiyle ortaya çıktı. Hizbullah da bir yönüyle bu terör ve irtica konusu için “ideal modeli” oluşturuyordu. Bir yönüyle Kürt ve bir yönüyle dindar bir yönüyle illegal… yani en önemli iki güvenlik tehdidinin “yakın” akrabası. Üstelik uluslararası ölçekteki “yeşil düşman” şeklinde kodlanan tehdit için de uygun bir model.

Kürt meselesinin dindar Kürtler ve seküler Kürtler arasında kan davasına dönüşen bir yönü var. Buna göre Hizbullah gibi “dindar Kürtlerden” de oluşan örgütün ilk düşmanı, dinin birer afyon olarak direnişe engel olduğunu iddia eden PKK ve seküler Kürt siyasetiydi. Dolayısıyla Hizbullah ve PKK ayrımının suni olmayan reel bir tabanı var ancak aynı zamanda bu reel durumun hem Türkiye içinde hem de uluslararası ölçekte bir karşılığı var. Şöyle ki; dünya “İslamist terör” ile kavrulurken Türkiye’ye de bir “İslamist terör” elbette gerekliydi. Bu minvalde, bir yandan 28 Şubat 1000 yıl sürerken diğer yandan PKK’nın ve 90’lı yıllardaki faili meçhullerin faillerinin çıkmaz sokağa soktuğu Kürt meselesinin Kürtler, PKK ve Hizbullah üçgeninde iç çatışmalara dönüşmesi fena olmazdı. Bu durum, içerideki irtica ile mücadelecilerin, dışarıdaki “Müslüman teröristlerle” mücadelecilerin işine gelebilirdi. Ayrıca Afganistan’daki cihatçılardan ilham alan ve cihadı sadece savaşmak zanneden ve terör dahi olsa çatışarak nüfus elde edeceğini düşünen radikallerin de işine gelecekti.

Doğu’nun bir köyünde, İstanbul’da lüks villaların bahçelerinde, insanların en acımasız biçimde, domuz bağı yöntemiyle öldürebilen, şehirde güvenlik güçleriyle çatışacak kadar gözü dönmüş, bir yandan sivil Kürtlere bir yandan PKK terör örgütüne bir yandan da “dindarlara” zarar veren, küresel ölçekteki “İslamist terörle” uyum içinde olan, “İslam’ın ve Müslümanların ne kadar vahşi olduğunu ispatlayan” ve ülkede her dakika haberi, reklamı yapılan bu durumdan da kendine güç devşiren bir örgüt, o dönem için kimin işine gelmezdi ki? Hepsi bu vahşetten parça parça faydalandı. Ve sonra ne hikmetse birden bu yaygın yapı ortadan kayboldu. Oysa bu şekildeki bir örgütün ne birden ortaya çıkması ne de birden ortadan kaybolması mümkün değildi ama birden ortaya çıktı ve birden de kayboldu tam da istisna bir terör örgütü gibi görevi tamamlanınca buharlaştı. Ta ki…

Ta ki Diyarbakır’da öldürülmüş olarak bulunan, yaklaşık bir aydır çözülemeyen Narin Güran davasına kadar…

Narin’in acı kaybına kadar defalarca Hizbullah ile bağlantımız yok demesine rağmen Hizbullah’ın devamı olduğu iddia edilen HÜDA-Par birden fail ilan edildi, feodalite, din, gericilik lanetlendi, yaklaşık bir aydır onca uğraşa rağmen Narin’in failini ya da faillerini öğrenemedik ancak seküler kişi ve kurumlar, failleri bilmemelerine rağmen İslam ile bağlantılı olsun olmasın faili bir şekilde dindarlara ve dindarlara ait olduğunu iddia ettikleri kültüre bağladılar. Üstelik bu konuda “ezeli düşmanları” seküler Kürtler ile aynı motivasyonlarla konuşuyorlardı. Buna göre Narin’in köyünün suskunluğunun da Narin’in de bütün kötülüklerin sebebi de ülkedeki dindarlar ve dinin beslediği kültür ve sistemdi. Ama acaba öyle miydi?

Bir acı bir başka acının önüne geçirilemez, bir acı bir başka acıyla yarıştırılamaz ancak çok üzülerek ifade ediyorum ki Narin ülkedeki en masum maktul olsa da tek maktul değil. Narin’in faillerini günlerdir, ülkede hedef alınan narin yerlerimizin katillerini yıllardır arıyoruz. Cinayetler aile içinde, ülke içinde geçiyor, kardeş kardeşi öldürüyor ama yine de kimin kimi niye ve nasıl öldürdüğü bir türlü bilinmiyor çünkü sürekli “aile içinden birileri” çıkıp bir başka yeri işaret ediyor ve gerçek failler hep bu başka yeri işaret anında sıvışıyor. Sanırım bu da herkesin işine geliyor çünkü hiç kimse o faillerle yüzleşmek istemiyor çünkü hiç kimse o “güçlü akrabanın” hiddetini kendi üzerine çekmek istemiyor.