Türkiye’nin Cumhuriyet ile tanışmasından bu yana geçen yüz yıllık serüvende yaşanan tüm olayların arkasında ulaşılmaya çalışılan tek hedef vardı.
O ulvi, o bilindik hedefe ulaşırken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkesin damarlarında, ruhunda hissettiği gerçekleri umursamadan tüm kavgalarımızı yaptık.
Hep büyümek istedik.
Güçlü olmak istedik.
Başardığımızı ve yeniden başarabileceğimizi tüm cihana bir daha yılmadan, bıkmadan göstermek istedik.
Çünkü bizler, şanlı bir neslin evlatları, köklü bir tarihin neferleriydik.
Soydaşlarımızın, dindaşlarımızın, yoldaşlarımızın kaderi bizim ayağa kalkmamıza bağlıydı.
Bir kişinin ayartılarak yanlışa düşülmesinin koca bir cihan imparatorluğunu ne hâle getirdiğini gördük.
Acı tecrübelerden doğan Cumhuriyet’in bize bolluk, bereket getireceği vaadi sadece özgürlüklerimle ilintili bir gerçeklikti.
Nasıl ki tüm ülkenin Büyük Türkiye ideali; kanının, canının en derinlerindeyse, buna ulaşma yolları da birbirinden epey farklıydı.
Genç Cumhuriyet, sadece savaş görmüş bir liderin içindeki aydından türemedi.
Bu coğrafyanın insanlarının, artık toprağa gömecek çocukları, devlete verecek öküzleri kalmamıştı.
Başka yol yoktu.
Mutlak kazanım için birilerinin karar vermesindense birlikte karar verilmesi gerekiyordu.
Ama ülkenin yetişmiş, dünyanın mevcut durumunu ve gelecekteki durumunu tahlil edebilecek çok az insanı vardı.
Bir kısmı ihanete teşvik ile yüzyıllardır yaşadığı topraklarda yüz yüze baktıkları komşularının, masumların kanını dökmüş ve tehcire neden olmuştu.
Büyük bir kısmı vatan için canını vermeyi kendisine bir borç bildi.
Hâlbuki bizler tarih kitaplarında vatan evlatlarının Sathı Müdafaadan sakınmak için kaçak yollara sapmasını İstiklâl Mahkemeleri’nin kuruluşundan okuduk.
Mürekkep yalamışın kalemini, fikrini geride bırakıp canını ortaya koyması ne kadar ulvi ise 4 oğlunun hepsini vatan toprağının sulanması için feda eden anaların fedakârlığı daha azı değildi.
Zorlu yılları, geride kalan az bir kaynak ve insan gücü ile toparlamaya çalıştık.
Yüzyılın yarısı Cumhuriyet’e yakışmayan antidemokratik yollara sapmakla geçti.
Her seferinde “Buna ihtiyaç var!” mottosunu duyduk postallılardan...
Zorlu yolları aşan vatandaşın, vergi ve askerlik borcunu öderken bir de bakıldı ki, Cumhuriyet bir kesimin kazanımı hâline getirilmişti.
Ama esasında vatanı satan padişahın(!) kovulması değil miydi o Cumhuriyet...
Halkın kendisini yönetmesi, geleceğini bir kişinin aklına ve fikrine emanet etmemesi değil miydi?
Biz, doğru akıllarla çarpan etkisi yaptık ama doğru aklın bizi hep yöneteceği kaderine sarılmayı tercih ettik.
Hâlbuki ne İzmir İktisat Kongresi ne ardı ardına gelen yatırımlar ne de komşularla dostluk ilişkilerini geliştirerek, ticareti teşvik etmek bizim kaderimiz gibi geliyordu.
Aklını kaybeden birinin mecnunluğu gibi, 1938 hatta 1936 sonuna doğru memleket aklını kaybetti.
“Topraktan geldik toprağa döneceğiz!” düşüncesini yitirmeyen büyük liderin adını andık durduk.
Ama aslında o bize çok temel bir şey söyledi:
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak!”
Biz bu sözleri duvarlara astık ama kulaklarımızdan sildik attık.
Türkiye çevresindeki dostları artırmadı.
Düşmanlarının yada güçlülerin hesapları arasında kendisine bir yer bulmaya çalıştı.
Vatandaşını eğitmedi, kalkındırmadı.
Bugün olmazsa yarın olur deyi verip tüm sorunları gelecek nesillere yükledi.
Aklı başında, ayağı yere basan politikalar vatandaşın hasreti oldu.
Bazısı eksikliği gördü “Atam!” dedi birçoğu ise kolları sıvamaktan imtina ederek “Atam!” dedi.
Türkiye Cumhuriyeti yüzyıllık yolculuğunun yarısında Cumhuriyet'in en temel ilkesi olan demokrasiyi rafa kaldırdı.
Kalan yarısında da yarım bir demokrasi ile bugünlere geldi.
Ne seçilecek kişiyi vatandaş kendi seçebildi ne de seçmen olarak dikkate alınabildi.
“Sen bunu istiyorsun!” diyen siyasetçi sıfatlı çıkarcıların masasında pinpon topu gibi gitti geldi.
“Ee yeter ama!... Vurun abalıya devri artık bitti!” denilecek günleri sabırla bekler olduk.
İradenin teslimi kolaycılığına sarılan bir nesilden demokrasi beklenmez.
Sevr korkularıyla geçen yüzyıldan verim beklenmez.
Ha bugün ha yarın diyerek günü geçiren politikalara sarılarak Büyük Türkiye oluşmaz.
Stres altında yaşayan hiçbir varlık potansiyelini yakalayamaz.
100 yıllık macerada bir sayfalık hikâyenin icraat ülkemize yakışmadı.
Önümüzdeki yüzyılda demokrasiyi içselleştirmek, halkın katılımcılığını artırmak, liyakat esaslı bir sistem ile verimliliği artırmak ve dünya vatandaşlığını yakalamak için çabalarken ötekileşmeyip bu toprakların kokusunu taşımak yeni sayfadan ortak beklentilerimiz olmalı...
Ülkemin potansiyelinin çok daha fazla olduğunu biliyorum.
Başarmak için silkinmek ve üstümüzdeki ölü toprağını atmak zorundayız.
“Yattığın yerde rahat uyu!” diye şarkılar ile methiyeler düzülmesini istemeyen büyük bir lideri pagan ayinlerine benzer girişimlerle anmak yerine bugün kolları sıvayalım ve “Hadi artık başlayalım!” diyelim.
Emin olun Atam da bunu isterdi.
Zaten defalarca kez söylemedi mi?
“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”