Kapitalist Sistemin büyümesi ve gelişmesi için üretimden önce tüketim gerekiyor.
Talep varlığı üretimi tetikliyor; kâr hırsı, teknoloji ve emtia kullanımını coşturuyor.
En sonunda gelişim kaçınılmaz bir çıktı oluyor.
Bu sürecin etkinliğini daha da artırmak için yani zamandan tasarruf yaparak daha da gelişmek için dürüstlük, akılcılık, etik yönetim ve adalet sistemi önemli bir yer tutuyor.
Eğer ilkeleriniz varsa ve vatandaşlar çalışarak, iyi insan olarak daha fazla kazanacakları kanaatine varırlarsa işte o zaman yükseliş hızınız katlayarak büyüyor.
Yok eğer yolsuzluk, adam kayırma, ülkeyi başka ülkelerin ya da şirketlerin arka bahçesi hâline getirme gibi gafletleriniz varsa o zaman vatandaşlar gelecek ikballerini göç ederek başka coğrafyalarda aramanın kaçınılmaz olacağı düşüncesine varıyor.
Nitekim Afrika ve Asya’da üretim araçlarını doğru planlayamayan ve bu nedenle de gelişemeyen ülkelerin vatandaşlarının diğer ülkelere yönelik göç dalgalarını yıllardır izliyoruz.
Dünyanın bir tarafında tablo böyleyken göçen vatandaşların gittiği gelişmiş ülkeler ise rekabetçilik ile sömürü düzeni arasında bir yerde konumlanıyor.
Modern toplumların neredeyse hepsinde ağır işgücü gereken tarımda göçmenlerin emek sömürüsü ucuz gıdanın temel aracı olmasına rağmen bu durum göz ardı ediliyor.
Gelişmiş ülkelerdeki seçkin insanları yücelten tablonun altındaki sömürü düzeni işte böyle yürüyor.
Devletin güçlü ve ayrıcalıklı konumunu aslında yine bir sömürü düzeni oluşturuyor.
Aynı Antik Yunan’daki gibi…
O zamanlar kölelik meşruydu.
Özgürlük ve gelişmenin şartlarını arayan filozoflar, düşünürler bu işe kafa patlatıyordu.
Fakat bu köle düzeninin getirdiği konfor alanında formüle edilmeye çalışılıyordu.
Kölelere vatandaşlarla aynı hakları vermek, bugün büyük düşünür olarak atfedilen isimlerin gündemine hiçbir zaman gelmemişti.
Bugünde bu göçmenler aynı amaçla gelişmiş ülkelerde kılıfına uydurularak köleleştiriliyor.
Gördüğünüz gibi sömürü düzeni her yerde devam ediyor.
Bunu toplumdan tamamen söküp atmak mümkün değil.
Çünkü toplumun dezavantajlı kesimi her zaman olacak ve bu kesimlerin yüksek rekabet hâlindeki yarışta geri kalmasının bir sonucu olacak.
Ya suç makinasını bir parçası olacaklar ya da sömürü düzeninin…
İkisi de olmasın diyorsanız fazla naifsiniz demektir.
Bu peşrevden sonra gelelim ülkemize…
Türkiye’nin nüfus projeksiyonları bu hafta epey gündem oldu.
Ülkemizin uzun dönemde 100 milyon dolayında bir nüfus ile varlığını sürdürmesi bekleniyor.
Gelişmiş ekonomileri incelediğimiz zaman aslında bu hiç de yanlış olmayan bir analiz.
Zira gelişen ekonomilerde alt yapının yeterli geldiği noktadan sonra kaynakların gelişim ve ileri düzey rekabet için kullanıldığına şahit oluyoruz.
Yani yeteri kadar okul, sağlık kuruluşu ve konut yapıldıktan sonra devletler artık yenilikçi sektörlere yatırım yapmaya başlıyorlar.
Türkiye’nin okullaşma ve sağlık alanında kapasitesi neredeyse tamamlanmak üzere…
Konut konusundaki en büyük sorunumuz ise maalesef deprem ve hâlâ bir türlü seferberlik hâline getiremediğimiz kentsel dönüşüm…
Bu iki konu ülkemizin kısa zamanda büyümesine katkı sunacak alanlar olacak.
2040’a kadar öyle veya böyle bu konuların tamamının artık Türkiye için bir sorun olmayacağını düşünüyorum.
Ama o zamana kadar birçok gelişmiş ülkenin, rekabetçi teknoloji yatırımları ile birlikte yarışta yakalanamayacak kadar uzağa gitmesinden korkuyorum.
Benim yaptığım analizler 2035 yılından sonra ülkemizde iktidarda kim olursa olsun devletin daha rasyonel yönetileceği gerçeğini ortaya koyuyor.
Bilimsel eğitim almış kişilerin halkın çoğunluğunu oluşturduğu bir nüfus yapılanması olacağı için yönetimde bireysellik denilen mekanizma artık yavaş yavaş terk edilecek ve ortak aklı bulmak için çaba sağlanacaktır.
Bugünkü gibi; sadece gündemi değiştirmek için İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarak “sözde” toplumsal ahlâkı yüceltmeye çalışmak ya da Hayvan Hakları Yasasına “köpekleri uyutma” maddesini ekleyerek sokakları güvenli yer yapma(!) vaatleri tutmayacak.
Çünkü amaç koltukları korumak için gündemi değiştirmek…
Bilimsel temelli bir yaklaşımla sorunları tespit etmek ve uzun vadeli çözümler üretmek hiçbir zaman gündem olmadı.
Bunun nedeni de tabii ki halihazırdaki nüfus dengesinde rasyonel düşünceyi temel alan yaklaşımın tercih edilmemesinin bu tabanı konsolide eden siyasetin tercihleriyle yüksek oranda ilintili olduğu sarsılmaz bir gerçek…
Bakın bu gerçek İsrail ve Hamas arasındaki dengeyi de belirliyor.
Netanyahu’nun çoğunluğu Siyonist bir kitleden oluşan halkın taleplerini yerine getirmesi adına “soykırımcı” olması bize aykırı gelse de adam ülkesinin haklarını koruduğu için destek görüyor.
Orada yapılan mitinglerin bir kısmı vahşete karşı olsa da büyük kısmı Hamas’ın elindeki rehinelere zarar verileceği korkusuna dayanıyor.
Yani akıl mantık devreden çıktıktan sonra ahlâk ve vicdanın yapacağı bir şey yok…
Biz ahlâk ve vicdan ile doğruyu bulup akıl ve mantığımıza bunu uydurmaya çalışıyoruz.
Ama o iş öyle olmuyor.
Toplumsal dönüşümün zorlukları var elbet!
Bunu başaracak güç pek tabii Türk toplumunda var.
Fakat şu anda yapılan farkındalık eksikliği nedeniyle ülkenin daha iyi olması temennisiyle iradenin tam teslimi sonucunu doğuruyor.
Bu durum bir işyeri açıp orayı çalışanlara teslime eden birinin yaptığına benziyor.
Oy verdiklerinizin 5 sene boyunca o dükkânı batırmayacağının garantisi yok.
Dükkân açtığınızda bu ihtimali daha fazla ciddiye alarak “İşin sahibi benim kardeşim, dükkanımın başında duracağım tabii ki…” demek size ne kadar normal geliyorsa ülkenin gidişindeki yanlışlıkları düzeltmek için ses çıkarmak da o kadar doğru gelmeli.
Eğer biraz daha böyle yapacak olursanız dükkânı batıracaklar ve içinden çıkılamayacak borçları sizlere miras bırakacaklar değerli yurttaşlarım.
Benden söylemesi…