Kasım ayının ilk haftasına Mardin, Batman, Halfeti belediyelerine kayyım atanması haberiyle başladık.

Türkiye için kayyım politikası doğru olmasa da maalesef şaşırtıcı bir durum değil. Ancak bu kez ortada şaşırtıcı bir durum var zira bu kayyım atamaları, Türkiye’de bir çözüm sürecinin başlangıcında vuku buldu. Çözüme inanan kesimler, diyalog yerine belediyelere kayyım atanması ile karşılaşınca bir hayal kırıklığı ile birlikte karamsarlık ortaya çıktı, nasıl çıkmasın ki...

Ancak karamsarlık için erken.

Zira...

Türkiye, terörle mücadele konusunda silahlı savunmayı ön planda tutsa da daha önce de bir takım çözüm süreçleri yürütmüş bir ülke... Yani Türkiye’de sadece bir önceki dönemde AK Parti’nin başlattığı tek bir açılım süreci yok, birçok diyalog süreci var. Ancak bunlar her daim şeffaf yürütülmediği için, ki yürütülmesine de gerek yok, bu süreçlerden herkes haberdar değil. Doğal olarak çözüm denince herkesin aklına şeffaf bir biçimde geçtiğimiz yıllarda AK Parti’nin önünü açtığı “demokratik açılımlar” geliyor. Durum böyle olunca da, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin geçtiğimiz haftalarda ilan ettiği çözüm için de aynı şartlar bekleniyor ama beklememeli, zira...

Zira, bu kez ne çözümün şartları ne de çözüm için karar alan siyasetçiler aynı.

Bir önceki çözüm sürecinde AK Parti, istişareye önem veren, demokratik açılımlar yapan, liberal-demokrat bir çizgide yürüyen bir partiydi, tabiri caizse şahin ve güvercin siyaset modellerinden güvercin modeliyle siyaset yapıyordu. O çözümün şartlarını hem Türkiye hem de dünyadaki küreselleşme, liberalizm rüzgarları belirliyordu.

Ayrıca o dönem, Türkiye’nin ekonomik sorunları yoktu, iktidarın eli güçlüydü yani tek başına %52’lik oy oranına sahipti ve gücünü de bugün olduğu gibi otoriterliğinden değil reel başarılarından, hizmetlerinden alıyordu. Ancak bugün karşımızda o dönemdeki kadar güçlü bir AK Parti ve o dönemdeki gibi iktidar modeli yok. Dolayısıyla şu durumda olası bir çözümün şartları da farklı.

Farklı çünkü bu kez karşımızda “eski AK Parti” yok, şahin bir AK Parti var. Hem AK Parti’nin müttefiki hem de çözümün önemli aktörü MHP de zaten şahin siyaseti, siyasetçileriyle bilinen bir parti, doğal olarak karşılıklı zeytindalı diyalogları yerine pazarlıklar, el yükseltmeler, sert hamleler olacaktır. Bunun doğru ya da yanlış olduğunu söylemiyorum, böyle olduğunu söylüyorum.

Bu kez, başlayan sürecin şartları farklı demiştik ya, sebepleri de farklı... Türkiye’de “bir gün ansızın” başlayan çözüm sürecine sebep olarak, Türkiye’nin Suriye sınırında yaşanan gelişmelerin etkili olduğu, ülke sınırlarının güvenliğinin arttırılması için içeride herhangi bir güvenlik probleminin olmasının istenmediği gösterildi. Doğru, ancak bu sebebin Türkiye’nin hem iç hem de dış politikaları için kısmen bir “güçsüzlük” olarak görülmesi riski de var. Bu nedenle de zaten iktidarı destekleyenler, kamuoyu oluşturanlar, ki bir önceki süreçte de kamuoyu önünde iktidarı ve açılımları destekleyen aynı kişilerden bahsediyoruz, bu sürece eskisi gibi “karşılıklı bir diyalog” değil de “devlet aklı çalışıyor” şeklinde yorumlar yaptılar. Oysa bahsi geçen durumda etkin olan “devlet aklı” değil, iktidarın çözüm yöntemiydi ancak iktidar uzunca bir süredir “devlet benim” şeklinde davrandığı için çözümdeki pozisyonu da “devlet aklı” olarak servis edildi. Bu da zaten şahin siyasetin nişanlarından biridir.

Bir önceki açılımlar döneminde, “akil insanlar” gibi heyetlerle topluma çözüm anlatılmaya çalışılmıştı. Ancak bu kez doğrudan bir çıkış, hem de üst perdeden bir çıkış geldi. Bu çıkış bir yandan kararlılık göstergesi olsa da diğer yandan “ben bilirim, ben karar veririm, ben yaparım” gibi karşılıklı diyaloğa değil de “oyunun şartlarını ben belirlerim” mahiyeti taşıyordu. Zaten iktidarın bir yandan çözüm derken diğer yandan İstanbul’dan Batman’a kadar kayyım atamasının altında da bu “ben oyun kurucuyum, ipler halen benim elimde” göndermesi var. Zira, bu kez toplumu “akil insanlar, sivil inisiyatifler” ile ikna etmek gibi bir niyetleri yok ama failler siyasi partiler oldukları için eninde sonunda tabanlarını ve oy oranlarını düşünmek zorunda oldukları için bu kayyım siyasetiyle tabanlarına, “ben zafiyet içinde değilim, çözüme muhtaç değilim, çözüm gelecekse ben geleceğim, endişe etmeyin kontrol bende” mesajı da vermeyi amaçlıyorlar.

Geçen haftalarda birden çok kez yazdığım gibi; bir asırlık bir meselede hızlı, net, yol haritası baştan belli çözüm olmaz, yol haritası biraz da yolda şekillenir. Bu nedenle de çözümün tarafları o yola koyulmuşken elbette pazarlıklar olacak, elbette iktidar o pazarlıklar sürecinde “elim güçlü” demeye çalışacak, elbette “böyle böyle olmazsa, İmralı diyerek başladığım gibi kayyım atayarak bitiririm” demeye getirecek. Bunlar, doğru olmasa da bu kez çözümün şartları böyle, uzlaşılamayan noktalarda bir gün aktör olanlar diğer gün safdışı bırakılacak... Evet, bunlar doğru olmasa da maalesef bu kez çözümün şartları böyle.

Yani, henüz “çözüm başlamadan bitti” demek için erken, safiyane ümitvar olmalara lüzum yok ama umutsuzluk için de reel bir sebep yok. Sadece şu var; Kürt halkı, yıllarca terör üzerinden tanımlanmış, tarihi, dili ve hatta varlığı yok sayılmış bir halk. O halkın bir iradesi var, o irade DEM Parti’nin genel ve yerel siyasetinde, bazen “kent uzlaşılarında” vücut buluyor. Evet, çözüm için iktidarın adım atması iyi, takdir edilesi bir durum ancak o çözümün şartlarını iktidar belirlerken o şartlar gelip Kürt halkının iradesine çarpınca, kayyım siyaseti bunun sürdürülebilir hali olunca, pek olmuyor. Zira Kürt halkının süreçten en temel beklentisi varlığının her anlamda kabul edilmesi, bu anlamda iradesi yok sayıldığında çözüme inanacak ve katkı sağlayacak mecalleri kalmıyor. Ancak çözüm için sadece İmralı’dan Meclis’e bir köprü yapılması yetmiyor, Kürt halkının gönlüne giden köprüler yapılması da gerekiyor, zaten Sn Bahçeli gibi siyaseten çok farklı noktalarda oldukları siyasetçileri dahi çözüm lafı duyar duymaz bağrına basmaya hazır olan, terörden beri olan Kürt halkı da bu özen ve itinayı hak ediyor.