Köye gelin olarak gelen genç kadın yeni evinde şehir hayatında hiç de alışık olmadığı kötü bir kokuyla karşılaşıyor. Ev ve ahırın neredeyse iç içe olmasına bağladığı bu kokudan kurtulabilmek için hummalı bir temizliğe girişiyor. Birkaç günlük temizlik sürecinden sonra iyi bir iş çıkardığını, evin yeterince temizlendiğini, kötü kokunun ortadan kalktığını dile getiriyor ki kayın babanın acı ama gerçek tespitiyle yüzleşmek zorunda kalıyor;

“Kızım evin kokusu değişmedi, senin burnun kötü kokuya alıştı. O yüzden artık fark etmiyorsun.” 

Hikâye, ülkemizdeki Kürt meselesine yaklaşım tarzının özeti gibi. 

Toplum olarak o kadar gözü kapalı, ırkçı, empatiden yoksun bir kültür geliştirmişiz ki gün gibi aşikâr olan bu sorunu görebilmek neredeyse imkânsız bir hal almış. Zihinler, ayrımcılıkları, haksızlıkları göremez olmuş. Herkesin görmesi gerekenler hiç kimse tarafından fark edilemez bir olağanlığa kavuşmuş. 

Öyle ki; kendisini liberal olarak tanımlayan, adında “liberal”olan bir partinin liderliğini yapmış bir kimse dahi meseleye “neleri eksik ki?” gibi ucuz bir bakış açısıyla yaklaşıp, kestirip atabiliyor. 

Neleri eksik?

Anayasamızın, yani ülkenin en güçlü hukuki metninin 66. maddesi Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür diyor. “Sen yoksun, seni tanımıyorum, varlığını dahi kabul etmiyorum” diyor. Tanımamazlıkla da kalmıyor, senden habersiz bir şekilde seni başka bir etnisiteye dahil ediyor. Bundan böyle sen Kürt değilsin, Türk’sün diyor. Onurunu yitirmemiş hiçbir halkın kabul etmeyeceği bir haksızlık, adaleti sağlamakla mükellef olan müessesesin eliyle gerçekleşiyor. 

Anayasanın 66. maddesi tek başına Kürt sorunun varlığının ispatı için bir delildir. Ama ne yazık ki sorun sadece bu maddeden ibaret değil. 

Ülkemizde 15-20 milyon arası bir Kürt nüfusu var. Bu rakam,toplam nüfusun içerisinde yüzde 20 civarı bir orana denk geliyor. Normal şartlarda bir ülkenin nüfusunun yüzde yirmisini oluşturan bir halkı hayatın her alanında nüfuslarıyla orantılı bir şekilde görürsünüz; televizyon programlarında, ders kitaplarında, bulmacalarda, radyolarda, tabelalarda, her yerde…

Ama bizde durum öyle değil. Kürt kültürü ısrarla saklanıyor, gizleniyor, görülmemesi, duyulmaması için olağanüstü bir çaba sarf ediliyor. Televizyonda izlemiş olduğunuz bir yarışma programında” Kürt yazar…” ile başlayan bir soruyla, ya da bir ders kitabında “falanca nehrin Kürtçe ismi…” diye bir ibareyle karşılaşma ihtimaliniz yok denecek kadar az. 

Kürt kültürü her şeyiyle beraber bir tabu halini almış ve toplumun büyük bir çoğunluğu için normal olan, olması gereken bu. Aynı toprakları paylaştıkları bu halkın adını dahi işitmeye tahammülü olmayan milyonlarca insan var ve an itibariyle bu insanları bu durumun anormal bir şey olduğuna inandırabilmek oldukça zor. Toplum kötü kokuya bağışıklık geliştirmiş ve ortada bir haksızlık olduğunu görebilenlerinsayısı devede kulak kalıyor. 

Elinizde bir mikrofon, hemen arkanızda bir kameraman olduğu halde Taksim meydanının orta yerinde durdunuz ve oradan geçen insanlarla röportajlar yapmaya başladınız. Soru şu;

“Bulgaristan meclisi önümüzdeki hafta ülkedeki Türk köylerinin Türkçe olan isimlerinin kullanımını yasaklayacağı ve onların yerine Bulgarca birer ismin verileceği kanun tasarısını görüşmek üzere toplanacak. Bu konudaki fikriniz nedir?”

Röportaj hayali olsa da alınacak yanıtların ne olacağını kolaylıkla kestirebiliriz. Soruya, “böyle bir zırvalık olabilir mi” yanıtını verdikten hemen sonra bu öneriyi gündeme taşıyanlara da iki çift sözümüz olacaktır. 

Oysaki ülkemizde aynı durumun hayali olmayan versiyonu yaşanıyor. Doğu ve güneydoğudaki binlerce Kürt köyünün ismi vakti zamanında Türkçe olanlarla değiştirildi ve buna kimsenin bir itirazı yok. Daha da acı olansa Bulgaristan hükümetine böylesi bir icraattan dolayı veryansın edenlerin önemli bir çoğunluğu için de Kürt köylerine Türkçe isimler vermek gayet yerinde bir davranış. 

Resmi biraz daha berraklaştırmaya çalışalım…

Atalarınızın, dedelerinizin yüzlerce yıldır ikamet ettiği yerleşim yerlerine, kendi dilinizde, kendi vermiş olduğu adları kullanamıyorsunuz onun yerine başkalarının sizden habersiz bir şekilde, başka bir dilde vermiş oldukları isimleri kullanmaya mecbur bırakılıyorsunuz ve vatandaşı olduğunuz ülkenin kendisi gibi toplumu oluşturan bireylerin de büyük çoğunluğu bunu olması gereken olarak görüp, savunuyor. 

Ana dilde eğitim görmek bir çocuğun en doğal hakkıdır. Demokratik bir yönetim biçimine sahip ülkelerin birçoğu gibi otokratik rejimlerin de bir kısmı ülkelerindeki farklı kültürlerin bu temel haktan yararlanmasına müsaade ediyor hatta ön ayak oluyorlar. Ne var ki diğer tüm örneklerde olduğu gibi bu konuda da toplumumuz haksızlığa bağışıklık geliştirmiş, mutlak doğrunun bu olduğuna inanmış ve farklı seslere kapıyı tamamen kapatmış.

Bahsi geçen problemler Kürtler için bir sorun. Bu da Kürt sorunu denen şeyin var olduğunun en temel ispatı. Ne var ki bu sorunun yakın gelecekte çözüme kavuşabilmesi için sadece Kürtlerin değil, toplumun tamamının bu gerçekleri görmesi gerekiyor. 

Haksızlığın içerisine gözlerini açan bir toplum için bu gerçeğin farkına varabilmek ise ne yazık ki hiç kolay değil…