Geçtiğimiz Salı günü, Türkiye kökenli yeni Nobel ödülü almış politik-ekonomist Daron Acemoğlu’nun Fatih Altaylı’nın programında Atatürk ve Atatürk dönemi üzerine söyledikleri epey bir gündem oldu.
Akademik uzmanlık alanlarımda birisi Türkiye’nin tek-parti dönemi olduğu için bu hafta Türkiye siyaseti gündeminden biraz uzaklaşarak bu konu üzerine yazmak istiyorum.
Acemoğlu ne söylüyor?
Aslında Acemoğlu’nun Türkiye’nin kuruluşu ve tek-parti dönemi üzerine söyledikleri yeni değil ve ilk kez de gündem olmuyor. 2019 tarihli “Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği” isimli kitabında Osmanlı-Türkiye tarihi üzerine yaptığı saptamalar da zaman zaman sosyal medyada tartışılmıştı. Tabii şimdi kendisi Nobel nedeniyle epey bir gündemde olunca ve Türkiye’deki bir programda bu düşüncelerini paylaşınca daha fazla ses getirdi.
Daron Acemoğlu, Dar Koridor’da Atatürk ve tek-parti dönemi hakkında özetle, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İttihatçıların siyaset tarzını sürdürdüğünü, yeni devletindemokratik değil despotik olduğunu, CHF liderlerinin iktidarının ve zenginliklerinin hukuken denetlenemediğini,yapılan kültürel reformlarda topluma hiç danışılmadığını vetepeden empoze edildiklerini söylüyor.
Katıldığı programda ise, benzer doğrultuda, Kurtuluş Savaşı sonrasında siyasal sistemi “açabilmek” gibi bir seçeneği deolmasına rağmen Atatürk’ün gücü elinde merkezileştirdiğini, halbuki 1908-13 arasında Osmanlı’da ve hatta Kurtuluş Savaşı sürecinde görece çoğulcu bir yapı olduğunu, Atatürk’ün İttihatçı kökenli olduğu için demokrasiye yatkın olmadığını, muhafazakâr kesimin sistemin içine alınamadığını, halka yapılan tepeden zorlamaların genelde ters teptiğini, o dönemde de bazı reformları baskıcı değil de çoğulcu yapmanın mümkün olduğunu ama yapıl(a)madığını, son tahlilde tüm bunların kendisine göre Türkiye’nin temel problemi olan sivil toplumun zayıflığına katkı yaptığını belirtti.
Acemoğlu’nun burada söylediği hiçbir şey yanlış değil. Gerçekten de Atatürk İttihatçılarla aynı zihni dünyayı paylaşıyordu, demokrat eğilimli değildi, tek-parti döneminde rejim despotikti ve tepeden ve toplumsal mühendislikçi bir kültür reformu yapıldı. Bu yapılanların haklı veya haksız olması ayrı bir tartışma konusu ancak bunların böyle olduğu/yapıldığı tarihsel bir gerçeklik.
“Dönemin şartları” mı?
Tabii, Acemoğlu’nun belirttiği hususlar kulağa pek hoş gelmediği için özellikle Atatürkçü ve milliyetçi kesimden güçlü itirazlar yükseldi.
Bu itirazlar aslında ne zaman tek-parti dönemine dair bir tartışma olsa Atatürk ve tek-parti dönemi apolojistlerinin dile getirdiği artık klişeleşmiş argümanlar.
Bunların başında da “dönemin şartları” argümanı gelir. Bu argümana göre, Türkiye kurulduğunda dünyadaki demokratik rejimlerin azlığı, Osmanlı’nın bıraktığı mirasın zayıflığı ve özellikle de eğitim seviyesinin düşüklüğü dikkate alındığında o dönemdeki otoriter rejim bir mecburiyettir ve dolayısıyla meşrudur.
1920’lerde dünyada demokratik rejimlerin sayısının çok olmadığı ve Türkiye’de de eğitim seviyesinin düşük olduğuelbette doğru hususlar. Ancak, burada atlanan nokta,Acemoğlu’nun ya da onun gibi düşünenlerin o dönemin Türkiye’sinden zaten Britanya ya da İskandinav ülkelerinin seviyesinde bir demokrasi beklemiyor oluşu.
Demokrasi ya tam olan ya da hiç olmayan bir şey değil. Demokratik ve otoriter olmanın tonları ve dereceleri var. Demokrasiyi ölçümleyen uluslararası akademik çalışmaların gösterdiği üzere, 1923 sonrası Türkiye’de demokrasinin seviyesi hem Osmanlı’nın 1908-12 döneminden hem dünya ortalamasından hem de muadili olduğu Yunanistan veya Romanya gibi ülkelerden geride. Dolayısıyla, evet, dönemin şartları gereği Türkiye’de konsolide bir demokratik rejim olması elbette mümkün değildi ancak rejimin o derece otoriter olması da bir zorunluluk değildi.
Rejimin otoriter olması değil ama o derece otoriter bir tek adam rejimi olması Atatürk’ün ve dönemin yönetici elitinin bilinçli bir tercihiydi. Çünkü hem Atatürk bireysel olarak gücühiç paylaşmak istememekteydi hem de pozitivist bir anlayışla muasır medeniyet seviyesine çıkabilmek adına zaruri gördüğü kafasındaki kültür devriminin demokratik yollarlagerçekleştirilebilmesi mümkün değildi.
Ancak, benim kanaatim, 1925’ten sonra gerçekleşen kültür devrminin iyi yanları da olmakla beraber, onun yerine, 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduktan sonra seçme-seçilme hakkına eğitim kriterlerinin getirildiği sınırlı bir demokratik rejime geçmek ülke için daha faydalı olurdu. Bu şekilde, liberal-demokratik kültür ve kurumların zaman içerisinde oturması kolaylaşırdı. Onun yerine, Atatürk ve tek-parti eliti seküler/Batıcı bir kültür devrimini tercih etti. Halbuki, Acemoğlu’nun belirttiği üzere, toplumsal mühendislikçi tepeden devrimler çoğu zaman istenilen sonucu vermez ve Türkiye’deki kültür devriminin de verdiğini iddia etmek güçtür.
“Dönemin şartları” haricinde, Acemoğlu’nun argümanlarına onun Ermeni kimliği üzerinden itiraz getirmeye çalışanlar da oldu. Bazı kişiler Türkiye’nin kurulmasıyla beraber gayrimüslim azınlıkların belli imtiyazlarını kaybettiğini, Acemoğlu’nun asıl kızgınlığının buna olduğunu öne sürdüler.
Ancak, MIT’de profesörlük yapan dünya çapında bir sosyal bilimcinin böyle bir motivasyonla Atatürk’ü ve Atatürk dönemini eleştirdiğini düşünmek oldukça gülünç. Zaten Acemoğlu Ermeni kimliği motivasyonuyla hareket ediyor olsa en başta 1915-17’de Ermenilerin sürgün edilmesi ve etnik temizliğini gündeme getirirdi ki, aslında eleştiriye de açık bir biçimde, kendisi bu tür hassas konulara hiçbir zaman girmemekte.
Acemoğlu’nu, ortada hiçbir gösterge olmadığı halde, sırf Ermeni diye Ermeni kimliği motivasyonuyla hareket ettiğini öne sürerek eleştirenler aslında zihinlerindeki gizli ırkçılığı ele vermekte.
Acemoğlu’nun asıl yanlışı
Bu yazdıklarım elbette ki Acemoğlu’nun eleştirilecek hiçbiryönünün olmadığı anlamına gelmiyor.
Öncelikle, Acemoğlu, Türkiye tarihi ve daha özelde Türkiye’nin tek-parti dönemi üzerine uzmanlığı olan birisi değil. Bu dönem üzerine yapılmış diğer çalışmaları okuyup kendi kafasındaki teori ve ideoloji üzerinden belli çıkarsamalar yapıyor. Aslında bu sadece Türkiye değil, Acemoğlu’nun üzerine analiz yaptığı diğer başka ülkeler için de böyle. Ancak, bu dikkate alınması gereken bir durum olmakla beraber, elbette çıkarsamalarının yanlış olacağı anlamına gelmiyor.
Öte yandan, Acemoğlu’nun bence asıl eleştirilmesi gereken yönü, Atatürk dönemi üzerine tahlillerinden çok Filistin meselesindeki tutumu.
Atatürk dönemi üzerine konuştuğu programda Daron Acemoğlu aynı zamanda ABD’de akademik araştırmalara hiç karışılmadığından ve bu bağlamda büyük bir özgürlük ortamı olduğundan bahsediyor.
Ancak, bahsettiği gibi bir özgürlük ortamı var ise, o zaman Filistin meselesinde düşüncelerini açıkladıkları için ABD üniversitelerinde cadı avına uğrayan akademisyen ve idarecileri nereye koyacağız? Acaba, Daron Acemoğlu bugün çıkıp “Free Palestine” dese, kendisi gene de Nobel alabilir miydi? Hatta, MIT’deki pozisyonun koruyabilir miydi?
Bunlara hiç değinmeden ABD’de büyük bir özgürlük ortamı olduğundan ama Türkiye veya Çin gibi ülkelerde olmadığından bahsetmek oldukça çelişkili ve sorunlu bir yaklaşım.
Genel düzeyde bakıldığında elbette ABD’deki özgürlük ortamı Türkiye’den fazladır. Ama burada Filistin şerhinin mutlaka düşülmesi, Batılı devlet ve kurumların normal şartlarda sağladıkları özgürlük ortamını konu Filistin ve İsrail olduğunda sağlamadıkları ve aslında bu şekilde kendi değerlerine de ihanet ettikleri belirtilmeli. Ne var ki, Daron Acemoğlu, Ermeni meselesinde olduğu gibi, başını ağrıtmamak için bilinçli olarak bu konuda suskun kalmakta ve bu şekilde aslında Gazze’deki soykırım konusunda Batılıların iki yüzlülüğüne de ortak olmakta.
İşte böyle olunca, yani toplum, siyaset ve tarih konularında bir yandan büyük yorumlar yapıp diğer yandan belli konularda doğruları söyleyecek cesaretiniz olmayınca, Nobelli bir akademisyen dahi olsanız bence gerçek bir entelektüel değilsinizdir. Acemoğlu da Atatürk dönemi üzerine tahlilleri değil ama bu konuda eleştiriyi sonuna kadar hak ediyor.