İnsanı "mutlak doğruya" götüren araç nedir?
Saf bir akıl mı? Katıksız bir kalp mi?
Rahmani olan nedir?
Kalbinizde hissettikleriniz mi? Aklınızla düşündükleriniz mi?
Bu soruların cevabını arayan birisi, Hz. Adem'e kadar gider. Gitmesi gerekir. Zira bu soru, varoluşsal bir soru(n)dur ve oldukça sarsıcıdır.
Ortalama bir insan için akıl ile kalp arasında kalmak, -kamil insanlar müstesna- tüm insanlar için kıyamete kadar gidecek bir "ikilem"dir.
Aklı ile kalbi arasında kalan insan, en nihayetinde iyidir, bir tek aklına ya da kalbine esir olanlara nazaran.
En kötüsü, "salt akılla" ya da tam tersine "salt kalple" hareket etmektir. Kötü olan, kalpten arınmış bir akıl ya da akıldan arınmış bir kalple yolculuk yapmaktır.
İblisi, iblis yapan "mutlak aklı" değil midir mesela?
Cinlere hocalık yapan bir yaratılmışı, kibrine yenik düşüren ve dolaysıyla kaybettiren "aklı" değil midir?
İblis'e, Adem'e secde ettirmeyen kalbi midir? Aklı mı?
Aklıdır elbette!
Kalpten arınmış bir akıldır, ona: "Adem topraktan, sen ise ateşten yaratıldın, öyleyse Adem'e niçin secde edesin ki" dedirten.
İblis'e "ateş/toprak" hiyerarşisini fısıldayan kalpten arınmış saf ve katıksız aklıdır.
Öte yandan hesaba çekilecek olanlar da "aklı" olanlardır. Nitekim cinlerin de aklı vardır ve onlar da insanlar gibi hesaba çekilir.
Hesaba çekilmeyenler, aklı olmayanlardır.
Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, kuzulardır. Hayvanlar ve bitkilerdir. Onlar canlı olarak yaratılmışlardır, fakat yaptıklarından dolayı asla hesaba çekilmezler.
Çünkü akılları yoktur!
Muhakeme yetisinden yoksundurlar.
Öyleyse "akıl" önemlidir.
Hatta "aklını" kullanmayan cin ve insan, "esfel-i safilin" mertebesine indirgeyebilir kendisini.
O halde, her insanın "mehdisi" kendi aklı mıdır?
Tek başına bir akıl, sırat-ı müstakime ulaştırır mı insanı?
Tek başına bir akıl, kurtarabilir mi insanı?
Mutlu edebilir mi?
Eğer Allah'ın mutlak adalet terazisini çıplak gözle görebilme şansımız olsaydı, muhtemelen bu terazinin kefelerine konan kalp ve akıldan, kalp kefesinin daha ağır geldiğine şehadet ederdik.
Çünkü iblisten bu yana akıl, mahşer gününün mütemmim cüzüdür.
Yani aslında insana yanlış yaptıran, kötüye sevk ettiren, fenaya meylettiren saf akıldır. Bu yüzden hesaba çekiliriz. Aklımız olduğundan, aklımızla iyiyi/kötüyü seçebilme yetisine sahip olduğumuzdan hesap veririz.
Aklımız olmasaydı, sözgelimi sadece kalbimiz olsaydı, asla hesaba çekilmezdik.
Bir meczup yahut aklını yitirmiş bir divane hesaba çekilmez. Ama meczupların kalbi vardır. Aklını yitirmiş bir divane, kalbini de yitirmiş sayılmaz. O halde tek başına bir kalp insanı kötüye sevk etmez, edemez.
Çünkü "kalb-i" olan, kalpten gelen rahmanidir, Allah'ın nefesidir. Aklın olmadığı bir yede kalp kendi başına insanı kötüleştirmeye muktedir değildir!
Aksi olsa, Allah'ın, "deli"leri de hesaba çekmesi, mahşer gününde yaptıklarından dolayı "deli"lerden de hesap sorması gerekmez mi?
Ama sormuyor, sormayacak.
Çünkü aklı olmayanın, bilinçli kötü olma, bilinçle kötülük yapma ihtimali de yoktur.
Peki, kalpten arınmış saf bir akıl, kuruluşa ermek için yeterli midir?
Sadece aklımızı kullanarak kurtuluşa erebilir miyiz?
Koca bir hayır!
Sadece aklımızı kullanarak mutlu olabilir miyiz?
Koca bir hayır!
Efendimizi miraç yolculuğunda son noktaya eriştiren, Rabbine kavuşturan hikmet nedir?
Akıl mı?
Asla!
Yüce peygamberi rabbine ulaştıran onun eşsiz kalp ve akıl senkronizasyonudur. O, Kamil insandır.
Eğer Hz. Peygamber, sadece aklı ile miraç yolculuğuna devam etmek isteseydi, Cebrail'in döndüğü yerden geri dönerdi, "buradan bir adım ilerisine ben de gidemem, yanar, kül olurum" derdi. Çünkü o noktadan bir adım ilerisi yakıcıdır, insanı, cin ve melekleri yakar. Akıl da bunu bildiği için bir adım daha atmak istemez. Eğer Allah'ın resulü, sadece kalbi ile hareket etseydi, miracın anlamı olmazdı. Resulü Ekrem'in, rabbine doğru yaptığı fiili yolculuk idrak ve bilinçle başlıyor. Onu, o yolculuğa başlatan, akıl etmesi, rab bilincine varması ve idrak etmesidir. Yaratıcısının varlığını aklıyla keşfedip kalbiyle tasdik etmesidir. Cebrail'in geçemediği noktadan o'nu ileri taşıyan ise kalbidir. Onu sevdiğine eriştiren, kavuşturan şey aşkıdır, sevgisidir. Yani kalbinde taşıdıkları, kalpten hissettikleridir.
Belki de bu yüzden Rabbimiz bizi yaratırken kalbimize üfledi, aklımıza üflemedi.
İsteseydi, aklımıza üfleyemez miydi?
Şüphesiz üfleyebilirdi!
Ama üflemedi.
O halde tek başına bir akıl şeytani midir? Ya da tek başına bir kalp rahmani midir?
Evet, her ikisi de tek başına doğrudur.
Aradaki fark, tek başına bir akıl "şeytani refleks" göstererek kişiyi kötüleştirirken, tek başına bir kalp "rahmani refleks" göstererek kişiyi kötüleştirmez.
Önümüz, insanlık tarihinin bugüne kadar biriktirdiği tecrübelerle doludur.
Salt aklın, insanı şeytanlaştırdığına yönelik örnekler çoktur, ama salt kalbin insanı şeytanlaştırdığına dair hiç bir örnek yok. Aklın devre dışı olma halinin en kötü zirvesi meczuplaşmak ya da mistikleşmektir. Bu ise Allah (cc) için, sorgu sebebi değildir.
Kalbini (vicdanını) yitirmiş bir insana kötü diyebilirsiniz, çünkü kalbinizin devrede olmadığı her an kötülük yapma potansiyeliniz vardır ve bu yüksek bir olasılıktır. Lakin aklını yitirmiş bir insana asla ve kat'a kötü diyemezsiniz. Çünkü kötülüğün menbaı akıldır, kalp değil.
Ama aradığımız cevaplar bunlar değil kuşkusuz.
Asıl cevap:
"Akıl ile idrak etmek, kalp ile tasdik etmek"tir.
"Akıl ile tatmin, kalp ile mutmain olmak"tır.
Kilit nokta da burasıdır galiba!
İnsanoğlunun varoluşsal sorunu, "kalp ve akıl senkronizasyonunu" yakalayamamaktır.
Ya pragmatizmin kölesi, ya da romantizmin esiridir insan, Şeriati'nin tespitiyle "beşer" diyelim! Çünkü aklın kölesi olmuş kişi insan değil, beşerdir.
Erdeme, erdemli olmaya ulaşamamak, kemalata erişememektir insanlığın en büyük krizi.
Mesela Hintli mistikler...
Aklı bir kenara bırakıp kalp pusulasında yolculuk yaparlar. Aç/susuz bırakırlar kendilerini, bedenlerine eziyet ederler. Fakat bu, onları doğru bir yola ulaştırmaz. Çünkü kalbin pusulası akıldır. İdrak etmeden belirlediğiniz her yol, bir süre sonra kalbinizi yorar, ritminizi bozar. Zira hiç bir kalp, akıl süzgecinden geçmeden, idrake ulaşmadan çizilen rotayı sindirmez. Bu kural sünnetullahidir ve yaratılacak son insana kadar geçerlidir.
Kur'an-ı Kerim'de Allah, birçok yerde "akletmez misiniz?" der. Akla atıfta bulunur. Ancak, eklettikten sonra yapacaklarınızın balansı kalbinizdir, yani vicdanınız.
Kelime-i tevhidi sadece ikrar ederek değil, ilaveten kalbinizle tasdik ederek iman etmiş olursunuz.
Sizi hırsızlıktan, arsızlıktan, adaletsizlikten, zulümden men eden, aklen idrak ettiğinizin kalbinizce de tasdik edilmesidir.
Kalbinizin tasdik etmediği her eylem sizi yakar, kül eder, bitirir.
Bunu test edebilirsiniz.
Sözgelimi kalbinizin hiç istemediği, ama aklınızın onayladığı bir iş yapın. O işin sizi zamanla rahatsız edeceğini, mutsuz kılacağını ve pişman edeceğini mutlaka görürsünüz. Çünkü kalbiniz, balansınızdır ve onun istemediği şey, sizi içten içe kemirir, aklınızla onu alt edemezsiniz, yorgun düşersiniz, pes edersiniz!
Çoğu zaman aklın onayladığı ama kalbin hiç istemediği fiiller için "koşullar" gerekçe gösterilir. Ancak bu bir akıl aldatmacasıdır. Kişi, "mutlak bencil" olduğu için, sadece "kendi mutluluğunu/geleceğini" düşündüğü için kalbinin onaylamadığı işleri yapar. Bu davranış biçimini tercih edenler kendisini kandırmamalı, gerçekle yüzleşmelidir. Kuşkusuz bu yüzleşme, sonradan pişman olmaktan çok daha evladır.
Tek başına hiçbir aklın, bencillikten, ego tatmininden ve kibir hasletinden kurtulma ihtimali yoktur!
Aklen doğru olduğunu düşündüğünüz şeyin tatbiki için illa kalben tasdik gerekmez şüphesiz. Doğru olduğuna ikna olduğunuz şeyi kalbinizi hiçe sayarak ifa edebilirsiniz pekala. Ama "adil bir doğru" ile hareket etmekse muradınız ki her doğru adil değildi, o halde akıl onayından sonra mutlaka kalp tasdiki almanız gerekir. Alacağınız her önemli kararda aklınızdan sonra, kalbinize de "bunu istiyor musun?" diye sormalısınız!
Aklın, doğruluğuna ikna olduğu ama kalbin tasdik etmediği hiçbir şey sizi mutlu etmez, edemez. Ortada bir mutluluk görüyorsanız, bilmelisiniz ki bu geçicidir ve bir süre sonra bu mutluluğunuz buharlaşıp gidecektir sizden. Sonrası koca bir mutsuzluk ve umutsuzluk.
Bakınız, bu kronik mutsuzluk hali, modern insanın en büyük çaresizliğidir!
Çağın vebası, aklın ilahlaştırılmasıdır! Akıl putçuluğudur.
Mesela bir tıp doktorunu "insan tamircisine" dönüştüren, hastalara rasyonalizm penceresinden bakması, her insanın bir ruhunun, psikolojisinin, yani kalbinin de olduğu gerçeğini göz ardı etmesidir.
Hastasını bir "meta" olarak gören, duygusunu, psikolojisini, kalbini hiçe sayarak hastasına yaklaşan kişi "doktor" değil, "insan tamircisi"dir!
Yani demem o ki; pozitivistliğinizle, aklınızla, bilimselciliğinizle, Dicle Nehri üzerine seccade serip suyun üzerinde namaz kılan bir Allah dostunun var olduğuna inanmazsınız. Çoğu kez aklınız bunu reddeder. En kötü, Newton ya da Arşimet, jandarma gibi dikilir tepenize ve siz bu baskı altında aklınızla "su üzerinde namaz kılınabilir"in savunmasını yapamazsınız. Ama Allah'a kalben de iman etmişseniz, bu sizi kurtarır, suyun üzerinde namaz kılınabileceğine de, bir Burak ile miraca/göğe çıkılabileceğine de inanırsınız, kalbiniz aklınızı ikna eder. Çünkü kalp, Allah'tan bir parçadır, nefestir. Dolaysıyla suyun üzerinde namaz kılan bir insanın varlığına inanmak, ancak Allah'ın kendi ruhundan üflediği bir kalp ile mümkündür.
Mahşerdeki esas soru "neden yaptın?/neden yapmadın?"dır. zira yapmak da yapmamak da sizin tasarrufunuzdadır. Allah, sizin seçiminize bırakmadığı hiçbir şeyin hesabını size sormaz. Hesap soracağına göre de seçimi size bırakmıştır.
Bu yüzden "kalp ve akıl senkronizasyonu" bir anahtardır ve bunu fehmetmek çok önemlidir.
Aklının peşine takılan bütün insanlar kendi "hücresinin esir"dir.
Yaptıklarından dolayı mutlu olanlar ve dolaysıyla özgür yaşayanlar, kalp ve akıl uyumunu sağlayabilenlerdir.
Düşündünüz mü hiç?
Neden Allah, "yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım" der de, "mümin kulumun aklına, zekasına, hafızasına sığdım" demez hiç?
Çünkü kalp, insanoğlunun bozamadığı tek enstrümandır. Allah'ın insana bahşettiği bir sigortadır kalp. Aklınızdakileri bir tek "kalbinizle" çek edebilirsiniz.
Hiç düşündünüz mü?
Dünyanın en barbar, en cani, en vahşi insanı bile olsa, katiller, neden bir süre sonra kendi ayaklarıyla gidip adalete teslim olur?
Çünkü cinayet işleyenler, bir süre sonra vicdan azabı çeker. Hapis yatmak, vicdan azabı çekmekten daha hafif ve daha katlanılabilir bir cezaya dönüşür onlar için.
Sadece aklınızı kullanarak kalkıştığınız her iş, eninde sonunda sizi mutsuz yapar, pişman eder! Mutlu olduğunuzu hissetseniz bile bu mutluluğunuz, anlık ve konjonktüreldir.
Aklınızı kullanarak doğru bir iş yaptığınızı zannedersiniz. Ötesi, aklınız, yaptığınız şeyin ne kadar doğru ve faydalı bir şey olduğunu fısıldar durur kulağınıza. Çaresizce inanırsınız. Hatta bazen kalp ve vicdanınızın baskısından kaçıp kurtulmak için size argüman üretmesi karşılığında aklınıza kul/köle olursunuz, bir zavallı gibi aklınızın önünde diz çökersiniz.
Ne var ki; bütün bunlar sadece bir zan ve aldatmacadan ibarettir. Gece başınızı yastığa koyduğunuz an, kalbinizle, yani vicdanınızla baş başasınızdır. İnsanoğlunu mahşerden önce hesaba çeken, kendi vicdanıdır. Bu, çoğu zaman fark edilmez. Ama unutmayın ki en iyi yastık vicdandır!
Ali Şeriati'nin "İnsanın Dört Zindanı"nda geçen zindanların tamamı "aklın ürünleri/ürettikleri/nüveleri" değil midir mesela?
Şu halde varış noktamız nettir:
Dünya hayatı, beşerden insan olmaya doğru evrilmesi gereken bir yolculuktur.
Bu yolculukta aklınızın boyunduruğu altında yaşayarak doğru ve adaletli bir yere varamazsınız. İmtihanı geçemez ve asla mutlu olamazsınız.
Bir tek kalbinizi dinleyerek de doğru menzile ulaşamazsınız.
İnsan-ı Kamil'e ulaşmak, erdemli olmak, özgür yaşamak, kalp ve aklın uzlaşarak onayladığı ve istediği şeyleri yapmak ile mümkündür. Birinin diğerini dışladığı yerden "doğru bir yol" ve/ya "mutluluk" çıkmaz.