Ekonominin kötü olduğu zamanlarda rasyonel değerlere dayanan revizyonist reformlar yapma ihtiyacı toplumsal kabulleri zorlayan gündemlerle mümkün olabilir.
Bu nedenle siyaset denilen kurumun toplumun paslı çivisi hâlini almış kötü alışkanlıklarını dönüştürme konusunda sorumluluk alması ve dünya gerçekleriyle uyumlu hâle getirmesi beklenir.
Teorideki bu yaklaşımın pratikte karşılığı büyük ölçekte yok tabii…
Fakat olması gerekeni söylemek de gazeteci olarak mesleki sorumluluğumuz.
Esas olarak sorunun merkezi insanın değişime açık olmaması ve yeniliklerden korkması.
Her gün sofrasında ekmek olan ailelere ekmeğin çok tüketilmesinin kişisel ve toplumsal sağlık üzerindeki olumsuz etkisini anlatmanız epey zor.
Bunu anlamayacakları ya da siz anlatamayacağınız için değil.
“Masadaki ekmeğimize de mi göz diktin?” yaklaşımına muhatap olunacağı için bu iş böyle…
Çünkü toplumu çürüten bir tükenmişlik sendromunu kitlesel olarak yaşıyoruz ki o da şu:
“Çok azdırır az bezdirir.”
İşte karar vericiyle karara uyan arasındaki harmoniyi oluşturan felsefe de buna dayanıyor.
İnsan her daim dengede yaşamak zorundadır.
Doğası gereği, hayatın akışında bir şeyler az veya fazla olursa birçok insan bu durumu hayatının devamında sürdürmekte zorlanır.
Bir anda piyango çıkarak zengin olanın ne yapacağını bilmediği, gerçek ihtiyaçlar ile isteklerini nasıl da birbirine karıştırdığı ve daha sonrasında bu kişilerin nasıl da kısa zamanda fakirleştiği hikayeleri bilirsiniz.
Kumarın kötülüğü bir yana, insanın psikolojik olarak hazır olmadığı bir durum karşısında gösterdiği refleks aslında meselenin özünü yansıtıyor.
Yani isterseniz başarırsınız ama her isteyen başaracak diye bir kural yok.
Ekmek meselesi de bunun gibi…
Az verip bezen milletin “Masadaki ekmeğimize de mi göz diktin?” tepkisini göstermesi gayet anlamlı.
Çünkü vatandaşlar, her yıl artan bir şekilde elindeki avucundakini alan vergi yükünü yükselten siyasilerin azgınlaşan konfor alanını artırma arzusuna biçare kalıyorlar.
Kamunun tasarruf yapma eğilimine girmemesi ve siyasetçilerin yaşadığı umursamazlık psikolojik olarak “çok bulunca azan” Anadolu değişinin yaşanmışlığıdır.
Bu nedenle toplum da elinde avucundakini koruma refleksine giriyor.
Aslında benzer insani refleks son zamanlarda gündeme gelen Alman çiftçilerde de var.
Yapılan çalışmalara göre yıllık geliri 100 bin Euro civarlarında olan bir meslek icra ediyorlar.
Fakat düşük enerji politikalarına geçmek için dizel motorlu traktörler için teşvik ödemesi ile motorin fiyatlarında sağlanan yakıt desteğinin kalkmasını kabul etmiyorlar.
Üstelik yapılan hesaplamalara göre bu desteğin kesilmesinin çiftçilere yıllık maliyeti, 4 bin Euro kadar bir kâr kaybından ibaret.
Ama görüldüğü gibi şehir merkezini dolduran traktörlü eylemleri ve kamu binalarının girişine bırakılan gübre yığınları sanki bambaşka bir dünya varmış algısına neden oluyor.
Ayrıca eyleme katılan traktörlerin büyük çiftlik sahipleri olduğunu ve daha küçük aile işletmelerinin bu eylemlere katılmayı çok fazla tercih etmediğini de söylemekte yarar var.
Yani sözün özü demeye çalıştığım şu:
Bizler nasıl ki Türkiye’de yaşam konforumuzu maksimize etme için çabalarsak, ekmeğimize elini uzatanın da elini kırarsak elin Almanı da öyle...
Farklı coğrafyalarda aynı refleksler gösterilmesine rağmen siyaset ve devlet yönetimleri epey farklı…
O zaman demek ki insanın doğası sadece yanlış yapan siyasetçilere değil doğru yapan siyasetçilere karşı da tepkisellik içine giriyor.
Bu da demek oluyor ki siyasetçilerin bir işi yapmadan önce kendilerini çok iyi anlatması gerekiyor.
Almanya’daki siyasetçiler bu eksikliğin tepkiselliğini yaşarken Türkiye’deki siyasetçilerin öngörülen bir politika yapım süreci içinde olmamasının getirdiği kaybı burada sayfalar hatta günlerce yazabilirim.
Ama önemli olan bağcıyı dövmek değil üzüm yemek.
Pratik düşünmek ve hızlıca sonuç verecek işlere girmemiz gerekiyor.
Bakın size böyle bir iş söyleyeyim:
Ekosfer Derneği bir araştırma yapmış.
Türkiye’de bulunan 53 bin ATM yani bankaların para verdiği elektronik cihazların yıllık elektrik tüketimi 230 milyon kWh’i aşıyor.
Bu rakamların ne ifade ettiğini açıklamak gerekirse aşağı yukarı bir milyon insanımızın enerji ihtiyacını sadece bu ATM’ler kullanıyor.
Yani Anadolu’da yer alan küçük ölçekteki üç veya dört şehrin enerjisi sadece ATM’lere gidiyor.
Biz bu enerji için yurtdışından doğal gaz alıp termik santrallerde yakarak elektrik üretiyoruz.
O doğal gaz için Amerikan Doları ödüyoruz.
O ABD Dolarını bulmak için ihracat politikalarına destek vermek amacıyla iş insanlarına vatandaştan toplanan vergilerle desteklenen uygun krediler sağlıyoruz.
Aynı zamanda o dolar eksikliği nedeniyle çıkan bütçe açığını giderebilmek için yine vergi artırıyoruz.
O vergiler enflasyonu artırıyor ve vatandaşın masasındaki ekmeğin bir kısmına el uzatıyor.
Yani basitçe anlatmak gerekirse akla mantığa yatkın işler yaparak ekonominin sürdürülebilir olmasını sağlamak verimliliği artırmak demektir.
O nedenle her alanda verimliliği artıracak politikalar geliştirmek siyasetçilerin sorumluluğudur.
Yaklaşan yerel seçimlerde belediye başkan adaylarına bu durumu gündemlerine alıp hizmet odaklı vaatlerine verimlilik politikalarını da eklemelerini tavsiye ediyorum.
İktidarın da bu ATM ve enerji hesabından çıkması için 2028 tarihine uygulamaya geçmeyi planladığı Dijital Türk Lirası projesini ciddiye alarak süreci daha da hızlandırmasını umut ediyorum.
Vatandaş, siyasetçilerin ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı söylemlerine kapılmayarak taleplerini netleştirirse siyasetçilerin de o yola gireceği gerçeğini göz ardı etmemesi gerekiyor.
Yoksa konfor alanlarında kalarak birinin bankadan gelen gelir ötekinin de devletten sağlanan imkânla oynadığı siyaset oyununda vatandaş sadece iktidar ve muhalefet arasında pinpon topu izler durur.
Azdırmamak da bezdirmemek de herkesin kendi elinde...
Benden söylemesi…