Adalet, bir toplumun vicdan aynasında parlayan en saf ışığıdır. Ancak bu ışık kirlendiğinde, yalnızca bireylerin umutları değil, tüm bir toplumun geleceği gölgelerin soğuk sessizliğine hapsolur. Ne yazık ki, son yıllarda yargının siyasi vesayetin gölgesi altında kaldığı yönündeki eleştiriler, adaletin kutsallığını onarılması güç bir şekilde zedelemiştir. Adalet terazisi artık hakkaniyeti değil, güç sahiplerinin çıkarlarını dengeleyen bir araca dönüşmüş durumda. Böyle bir ortamda, toplumun onuru ve geleceğe dair umudu da yerle bir oluyor.

Bugün Türkiye’de yargı bağımsızlığı, bir ideal olmaktan çıkıp kriz haline gelmiştir. Mahkemelerde alınan kararların evrensel hukuk ilkelerine değil, güç odaklarının beklentilerine göre şekillendiği iddiaları, yargıya olan güveni adeta yerle bir etmiştir. Adaletin siyasi müdahalelerle çarpıtıldığı bir ülkede, vatandaşların hak arayışı hayal kırıklığına, hukuka olan inanç ise umutsuzluğa dönüşmektedir. Yargının bu denli yozlaşması, yalnızca bireylerin değil, bütün bir toplumun vicdanını kanatmakta ve geleceğe dair umutlarını karanlığa gömmektedir.

Tahakkümün Hukukunda mı Yaşıyoruz?

Bir hukuk devletinin temel taşı olan adalet, bağımsız ve tarafsız olmalıdır; ancak Türkiye’de yargının siyasi ve bir takım güç otoritelerinin güdümüne girmesi, bu ilkeyi yerle bir etmiş durumda. Yargı mekanizmalarının liyakat yerine sadakate dayalı atamalarla doldurulması, adalet terazisini dengelemekten çok, güçlülerin çıkarlarına hizmet eden bir oyun sahnesine dönüştürdü. “Adalet terazisi asla eğilmez” ideali, yerini “Güçlünün hukuku her zaman galip gelir” anlayışına bırakmış, toplumun vicdanını derinden yaralamıştır.

Son yıllarda yargının, muhalefeti susturmak ve hatta iktidar yanlısı olup da yanlışlara karşı çıkan eleştirileri bastırmak için bir silah olarak kullanıldığına dair örnekler, adaletin ne kadar çürüdüğünü acı bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidarı eleştiren gazeteciler, akademisyenler ve muhalif siyasetçiler, evrensel hukuk ilkelerinden uzak, siyasi hesaplarla hareket eden bir sistemin pençesine düşmektedir ki bu durum, sadece bireylerin değil, bir toplumun hak ve özgürlük mücadelesini de bastırarak karanlığa günden güne sürüklemekte.

Bir adliyede rüşvet iddialarını dile getiren bir avukatın, bu iddiaların üzerine gidilmesi gerekirken TCK m.217/A kapsamında ev hapsine alınması, yine aynı bağlamda bir gazetecinin benzer iddiaları getirmesinden dolayı tutuklanması ve benzer şekilde, TRT World Forum’da Filistin konusundaki hassasiyetlerini barışçıl bir şekilde dile getiren bir grup gencin tutuklanması adalet sistemimizin artık hukuk ve vicdan temelli değil, baskı ve sindirme mekanizmalarıyla işlediğini gözler önüne sermektedir. Susturulan her ses, bastırılan her itiraz, sadece bireyleri değil, toplumun tamamını boğmaktadır. Bu gidişat, adaletin değil, adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir karanlığa doğru hızla yol aldığımızın en acı göstergesidir.

Toplumsal Barışın Anahtarı: Bağımsız Yargı

Yargının siyasallaşması, bireylerin özgürlüklerini tehdit eden bir tehlike olmaktan öte, toplumun vicdanını ve barışını kökünden dinamitleyen bir süreçtir. Siyasi otoritenin tahakkümü altındaki bir yargı, adaleti sağlamak yerine, güç sahiplerinin elinde bir silaha dönüşür. Böyle bir sistem, sadece belirli grupları koruyup diğerlerini cezalandırmakla kalmaz, toplumun vicdanını körleştirir, adalete olan güveni paramparça eder. Bu kırılma, insanları hukukun soğuk duvarlarından uzaklaştırarak kaosun ve belirsizliğin içine iter.

Hukukun üstünlüğü, bir devletin yalnızca bir yönetim modeli değil, varoluşunun temelidir. Ancak adaletin terazisi eğilmiş, kararlar iktidarın gölgesinde şekillenmişse, hukuk devleti bir masaldan ibaret hale gelir. Böyle bir ortamda bireyler, hak arama umudunu yitirir, hukukun bir çözüm değil, bir sorun kaynağı olduğunu düşünmeye başlar. Toplumdaki bu umutsuzluk dalgası, yalnızca bugünü değil, geleceği de karanlığa sürükler. Güvensizliğin kökleştiği bir toplumda, barış ve dayanışma yerini çatışmaya, adaletin sessiz çığlığı ise kargaşaya bırakır.