Bir “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü”nü daha geride bıraktık.

Malûm, bu gün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından bu iktidar tarafından resmi tatil ve anma günü yapıldı.

Peki, 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye siyasi tarihi açısından tam olarak ne anlama geliyor? Darbenin arkasındaki ana dinamikler ve güç ilişkileri neler? Bu yazıda kısaca bunu irdeleyeceğim.

Bürokratik vesayet rejimi ve Fethullahçılar

15 Temmuz darbe girişimini anlayabilmek için, Türkiye’nin 2002’den önceki siyasi rejimini iyi bilmek gerekiyor.

Çok partili siyasal rejime geçip 1950’de iktidarın ilk kez seçimle el değiştirmesinden itibaren Türkiye’de askeri ve bürokratik bir vesayet rejimi olageldi. Bu rejim özellikle 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurumsallaştı.

Atatürkçü ideolojideki en üst/tepe bürokrasi, özellikle de ordu ve yargı elitleri, demokratik seçimlerle iktidara hangi siyasi parti gelirse gelsin, “Cumhuriyet’in temel nitelikleri” olarak belirlediği hususların değişmesine kesinlikle izin vermeme hedefiyle hareket etti. Bu amaçla, gerektiğinde çeşitli biçimlerde sivil ve demokratik siyasete müdahalede bulunmaktan kaçınmadı.

Özellikle 1980’lerden itibaren bu müdahalelerden en çok “nasibini alan” İslamcılar oldular. “İrticai faaliyetle mücadele”, Cumhuriyet’in temel niteliklerini korumak adına Atatürkçü devlet elitinin en baştaki önceliklerinden birisiydi. Bu doğrultuda, tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri ciddi oranda kısıtlandı ve İslamcı çizgideki siyasi partiler defalarca kapatıldı.

Bu cemaatlerden birisi olan Fethullahçılar, Atatürkçü devlet elitiyle mücadele edebilmek için 1980’lerden itibaren “kaleyi içeriden fethetme” stratejisi izlemeye başladılar.

Genç yaşta cemaatin verdiği alternatif eğitim ve endoktrinasyon programlarından geçirilen zeki öğrenciler, İslamcı kimliklerini gizleyerek başta ordu ve yargı olmak üzere devletin kilit kurumlarına sokuluyor, böylece devlette adım adım kadrolaşılıyordu.

Atatürkçü devlet elitinin engelleme çabalarına rağmen, 2000’li yılların başlarında Fethullahçılar devlet içerisinde belli düzeyde bir kadrolaşma sağlamayı başardılar. Ancak gene de devlet içerisinde söz sahibi olacak bir güce sahip değillerdi.

Fethullahçıların altın çağı

Fethullahçılar altın çağını 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber yaşadı.

Atatürkçü devlet elitinin düşman gördüğü İslamcı gelenekten gelen bir parti olan AKP, çok geçmeden Fethullahçılarla gücünü birleştirdi. Yasama ve yürütme organları üzerindeki yetkilerini Fethullahçıların devlet içerisinde kadrolaşmalarının ve etkinliklerini artırmalarının yolunu açmak için kullandı. Bu şekilde Fethullahçılar devlet içinde güçlendikçe güçlendi.

2007 yılından itibaren Fethullahçılar, Ergenekon, Balyoz gibi yargı operasyonlarıyla ordu içindeki Atatürkçü kliği tamamen tasfiye sürecine başladılar. Dönemin başbakanı Erdoğan, Ergenekon için “ben bu davanın savcısıyım” diyerek operasyonlara tam destek verdi.

Yargıdaki Atatürkçü klik ise 12 Eylül 2010 Referandumu ile pasifize edildi. Onlar yerine yargıya büyük oranda gene Fethullahçılar hakim oldu.

Bu şekilde AKP ve Fethullahçılar, el ele verip 2010’lu yılların başlarında Atatürkçü devlet elitini tasfiye etmeyi ve onu siyaseten bir güç merkezi olmaktan çıkarmayı başardılar.

Erdoğan/AKP - Fethullahçılar savaşı

Ancak ortak düşman olan Atatürkçü devlet eliti ortadan kalkınca, bu defa eski dostlar düşman haline geldi. Artık gücü paylaşamayan AKP ve Fethullahçılar arasındaki gerilim 2011 Genel Seçimi’nden itibaren adım adım arttı.

İki grup arasındaki gerginliğin, tarafların birbirlerine hamle üzerine hamle yapmaya başladığı bir savaşa dönüşmesi yönünde fitili ilk ateşleyen, 7 Şubat 2012’de Fethullahçı savcıların dönemin MİT Başkanı Hakan Fidan’ı PKK ile ilişkili olma suçlaması üzerinden ifadeye çağırması oldu.

Bu hamleyi AKP iktidarının Fethullahçıların çok önem verdiği dershanecilik sistemini kapatma girişimi şeklindeki karşı hamlesi izledi.

Ardından Fethullahçıların çok ses getiren 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları geldi.

Erdoğan/AKP yasal gücünü kullanarak devlet içindeki Fethullahçıları adım adım tasfiye etmeye çalışırken, Fethullahçılar da yargı üzerindeki güçlerini kullanarak hükûmet mensuplarına yönelik çeşitli operasyonlar gerçekleştiriyordu.

Ancak Erdoğan/AKP, Fethullahçıların tüm bu operasyonlarını bir şekilde savuşturmayı başardı ve Fethullahçıları tasfiye sürecinden geri adım atmadı.

Yargı operasyonlarının istediği sonucu vermediğini ve sürecin devlet içerisinden tamamen tasfiye olmaya doğru gittiğini gören Fethullahçılar, son çare olarak ordudaki gücünü mobilize etti ve bir askeri darbe girişiminde bulundu. Ancak darbe başarılı olmadı.

15 Temmuz’u nasıl anlamlandırmalı?

Bu tarihsel süreç bize gösteriyor ki, temelde 15 Temmuz, Atatürkçü devlet elitine karşı gücünü birleştirmiş eski iki ortağın, sonradan gücü paylaşamayıp birbirine düşmesi sonucu ortaya çıkan iktidar savaşının son muharebesidir.

15 Temmuz’daki muharebe, muhafazakâr camia içi tek gece süren bir mini iç savaştır. Devlette kadrolaşmış İslami bir cemaat, iktidardaki eski ortağı muhafazakâr partiye darbe yapmaya çalışmıştır.

Dolayısıyla, iktidar tarafından kamusal söylemde bu gün her ne kadar tüm toplumun benimsediği ortak bir demokrasi bayramıymış gibi yansıtılmaya çalışılsa da, aslında 15 Temmuz Atatürkçülerin, solcuların ve Kürtlerin pek umrunda olan bir gün değildir. Çünkü, bu kesimler son tahlilde darbeyi yapan Fethullahçıların AKP’nin eski rejim ortağı olduğunu, dolayısıyla mağduru olsa bile darbede dolaylı sorumluluğu bulunduğunu iyi bilmektedir.

Diğer bir deyişle, 15 Temmuz kamusal söylemde tüm toplumunmuş gibi görünse de fiiliyatta muhafazakâr camianın kendi özel günüdür.

O yüzden, 15 Temmuz’un resmi düzeyde bir özel gün olarak anılmasının ömrü de muhtemelen bu iktidarla sınırlı olacaktır.