Suriye’de son üç haftadaki baş döndürücü gelişmeler Türkiye’nin ana gündemi olmaya devam ediyor.
Esad rejiminin devrilmesi sonrası en çok tartışılan mesele, hiç hesapta yokken HTŞ’nin nasıl olup da 11 günde Şam’a girebildiği, böyle bir sürecin arkasında tam olarak hangi güçlerin olduğu ve ne tür dinamiklerin rol oynadığı idi.
Ancak, Suriye’de HTŞ liderliğinde geçici bir yönetim kurulması ile beraber artık daha fazla tartışılan konu Suriye’yi nasıl bir geleceğin beklediği. Tüm tarafların ikna olduğu, istikrarlı ve asgari de olsa demokratik bir siyasal sistemin inşa edilip edilemeyeceği.
İç savaş henüz bitmedi
Suriye’ye dair tartışmalarda gözlemlediğim bir husus, Esad rejiminin devrilmesiyle sanki iç savaşın bittiği gibi bir algının oluşmuş olması. Böyle bir algının oluşmasında Türkiye’deki iktidar yanlısı medyanın estirdiği zafer havasının da büyük payı var.
Hâlbuki, Esad rejiminin devrilmesi Suriye’de iç savaşın bittiği anlamına gelmiyor.
Suriye’de şu anda 6 farklı silahlı örgüt var: İktidarı devralmış HTŞ, Türkiye destekli SMO, Kürtlerin öncülüğündeki SDG, güneyde Dürzilerin de yer aldığı “Güney Operasyon Odası”, ABD destekli “Devrimci Komando Ordusu” ve IŞİD.
Bu silahlı güçlerden Devrimci Komando Ordusu küçük bir yapı, IŞİD de zaten en baştan tüm taraflarca uzlaşılması değil ezilmesi gereken bir örgüt olarak görülüyor. Dolayısıyla, bunlar elenebilir.
Ancak, geri kalan dört silahlı gücün nasıl uzlaşacağı halen belirsizliğini korumakta.
Özellikle, Türkiye’nin desteklediği SMO, Suriye’deki SDG varlığını bitirebilmek için fırsat kolluyor. Özgürlük Şafağı Operasyonu ile SDG Fırat nehrinin batısından çıkartıldı. Fırat’ın doğusuna, Kobani şehrine de bir askeri harekâtın eli kulağında. Şimdilik bunu ABD’nin arabuluculuğu engelliyor.
HTŞ ile SMO arasındaki ilişkiler de aynı şekilde belirsiz. Bu gruplar Esad rejimini devirme konusunda ortak çalıştılar ancak gene de aynı çizgide yapılar değiller. Öyle olsalar, daha 3 hafta öncesine kadar kuzey-batı Suriye’deki küçük bir toprak parçasında iki ayrı silahlı gücün desteklediği iki ayrı yönetim kurmazlardı. Nitekim, HTŞ’nin kurduğu yeni geçiş hükümetinde SMO’nun desteklediği Azez merkezli “Suriye Geçici Hükümeti”nden bir tane bile bakan yer almadı. Bu iki silahlı güç arasındaki ilişkilerin nasıl şekilleneceği de belirsizliğini korumakta.
Aynı şekilde, Esad rejiminin ordusundan kalan askerlere ne olduğunu da tam bilmiyoruz. Bu askerlerin tamamı buhar olup havaya karışmadıklarına göre, uygun konjonktürde tekrardan su yüzüne çıkma potansiyeline sahipler.
İşin bir de İsrail işgali boyutu var ki o zaten başlı başına ayrı bir yazı konusu.
Aslında, tüm bu silahlı gruplar arasındaki anlaşmazlıklar bölgedeki nüfuzunu önemli ölçüde artıran Türkiye’nin arabuluculuğu ile çözülebilir. Ancak, Türkiye’nin arabulucuğunda gelişecek bir çözüm de Kürtleri ne derece memnun eder, bu da büyük bir soru işareti.
Suriye’de istikrarlı bir yönetim kurulabilmesi için bu saydığım silahlı güçlerin hepsinin yeni yönetim yapısına rıza yoluyla eklemlenmesi gerekiyor ki ellerindeki silahları bıraksınlar.
Sonuçta modern devlet, güç tekeline sahip olan bir kurumlar bütünüdür. Güç tekeline sahip olmayan devlet “başarısız devlet”tir. Suriye’de de yeni yönetim rıza yoluyla bu güç tekelini inşa edemediği sürece istikrarlı bir yönetimden bahsedebilmek mümkün değil.
Dolayısıyla, bu belirsizlik ortamında Suriye’nin Irak veya Libya gibi yeni çatışmalara ve iç savaşlara sürüklenmesi maalesef azımsanmayacak bir olasılık.
Peki ya demokrasi?
Suriye’de düzeni sağlayacak, istikrarlı ve meşru bir devlet yönetimi kurulamadan demokrasi konusunda tartışma yürütmek oldukça zor.
Düzen ve istikrarın olmadığı yerde demokrasi de olmaz. Ancak, tam tersi bir nedensellik de söz konusu. Asgari düzeyde demokrasi ve bireysel özgürlükler olmadan da düzen ve istikrar sağlanamıyor. Nitekim, Esad rejiminin devrilmesiyle sonlanan iç savaşın çıkmasının arkasındaki temel neden buydu. Güç tekeli olmasına rağmen rejim aşırı despotik olduğu için halkının çoğunluğu tarafından meşru görülmüyordu.
Öte yandan, Suriye’de düzen ve istikrar gibi demokrasi konusunda da iyimser olmak oldukça zor.
Geçen haftaki yazımda belirttiğim üzere[i], şu anda Suriye’deki “geçiş hükümeti”nin tamamı İslamcı “Suriye Kurtuluş Hükümeti”nin üyelerinden oluşmakta. Başındaki, artık gerçek ismi Ahmed eş-Şara ismini kullanan, Colani de eski bir El-Kaide ve IŞİD militanı.
Başta Colani olmak üzere bu kadrolar siyasi konjonktür gereği, Batı’nın desteğini kaybetmemek adına Taliban-vari bir rejime yönelmiş değiller. AKP’nin ilk dönemlerini hatırlatırcasına bir “ılımlı İslam” portresi çizmekteler.
Ancak, bu portrenin ne derece samimi olduğu büyük bir soru işareti. Son tahlilde, bu insanların zihin yapıları belli. 3 hafta öncesine kadar İdlib’de kurdukları fiili devlette uyguladıkları politikalar da.
Nitekim, AKP deneyiminde de öyle olmadı mı? İlk yıllarında kendisini demokrat ve Batılı gibi gösteren AKP’nin gücü ele geçirdikçe otoriter ve dinci yönü ortaya çıkmadı mı?
Suriye’de de bundan farklı bir şey beklemek için bana ortada ikna edici bir sebep varmış gibi gelmiyor.