Gülen Örgütü’nin lideri Fethullah Gülen dün 83 yaşında öldü.
Kendisinin öldüğü haberi bir süredir sık sık internete düşmekte ancak bunların sonradan uydurma olduğu anlaşılmaktaydı. Ancak hem örgüt/cemaatin kendi taraftarlarının hem de Türk hükümeti yetkililerinin açıklamalarından anlaşıldığı üzere bu defa gerçek.
Malûm, Fethullah Gülen 1980’lerden beri Türkiye toplum ve siyasetinde bir şekilde etkinliği olan birisi. Ancak, cemaat ve örgütün asıl majör bir oyuncu haline gelmesi 2002 sonrasında AKP’nin iktidara gelmesi sonrasında oldu. Özellikle de 2007-17 arasındaki on yıla damgasını vurduğunu söylemek yanlış olmaz.
Dolayısıyla, ölümü üzerine, Fethullah Gülen’in ve Gülen Örgütü’nün Türkiye yakın siyasi tarihindeki yerine biraz daha detaylı bakalım.
Bürokrasiyi ele geçirmeye çalışan bir gizli örgüt
Öncelikle, neden Fethullahçılar için “örgüt” ve Fethullah Gülen için “örgüt lideri” ifadesini kullanıyorum? Çünkü, bu yapı cemaat özellikleri de taşımakla beraber kendisini asıl karakterize eden örgüt niteliği.
Fethullah Gülen bir yönüyle bir dini cemaat lideri. Eski bir imam, İslam’a belli bir yorum getirerek çevresine bir cemaat toplamış ve dini eğitimler veriyor. Cemaat büyüdükçe başta eğitim ama aynı zamanda medya ve sivil toplum alanlarında belli bir etkinliğe ulaşıyor.
İşin buraya kadarki kısmında büyük bir sorun yok. “Sivil toplum faaliyeti” denilip desteklenebilir ya da desteklenmese bile müsamaha gösterilebilir. Ancak, uzun süre Gülen’in kendisi ve taraftarları Gülen cemaatini sadece bu alanlarda faaliyet gösteren bir yapıymış gibi göstermeye çalışsa da, Fethullaçıların bir de örgüt yanı vardı. Alternatif dini eğitimden geçirdikleri (diğer bir deyişle beynini yıkadıkları) genç taraftarlarını sonradan gizlice devletin kilit kurumlarına sokarak kadrolaşmış ve bu şekilde devlet içinde bir “gizli örgüt” haline gelmişlerdi.
Dolayısıyla, Fethullah Gülen bir dini cemaat lideri olduğu kadar aynı zamanda bir örgüt lideriydi.
Devlette örgütlenmek için Fethullahçılar bürokrasinin meritokratik sistemini kullandılar. Özellikle sağ/muhafazakâr eğilimli ailelerin zeki çocukları seçiliyor, bunlar “ışık evi” denilen evlerde alternatif bir dini eğitimden geçiriliyor, sonra bu kişiler ordu, yargı, emniyet gibi devletin kilit güvenlik kurumlarının sınavlarına sokuluyor ve kazanmaları sağlanarak bu kurumlarda adım adım sabırla kadrolaşılıyordu.
Sonul amaç: Tepeden İslam devrimi
Malûm, Türkiye olgun demokratik bir siyasal sisteme sahip bir ülke değil. 1923-50 arasındaki tek parti döneminden sonra çok partili siyasal rejime geçildiği 1950’den beri ülkede Atatürkçü ideolojide askeri ve bürokratik bir vesayet rejimi olageldi. Siyasal partiler ve demokratik seçimler olmakla beraber, bunlar Atatürkçü ordu ve bürokrasinin çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek durumundaydı. Atatürkçü ordu ve bürokrasinin zaman zaman darbeler yapıp yönetimi doğrudan kendi eline aldığı da olabiliyordu.
Bu durum ise en başta İslamcılar için bir problemdi. Çünkü, Atatürkçü devlet eliti “Cumhuriyet’in temel nitelikleri” adına İslamcılara ve onların tarikat ve cemaatlerine göz açtırmıyordu.
İşte böyle bir ortamda, Fethullah Gülen, siyasal parti kurarak demokratik yollarla iktidara gelmek yerine, ordu ve bürokrasi içerisinde gizlice örgütlenerek doğrudan devlet bürokrasisini ele geçirmeyi amaçladı. Zaten kendi ideolojisinde bir siyasal parti kursa, Erbakancı partilere yapıldığı gibi, Atatürkçü devlet eliti tarafından kapatılması yüksek olasılıktı.
Fethullah Gülen’in gizli örgütlenme stratejisinde, tarihsel olarak İttihatçılardan ve kendi gençlik döneminde gözlemlediği 1960 Darbesi’nden esinlendiği anlaşılıyor. Fethullahçılar, başta ordu ve bürokrasi olmak üzere devletin kurumlarını yöneten kişileri yöneterek devletin ana güç merkezini ele geçirmeyi amaçladı. İttihatçılar da böyle yapmıştı. Ordu ve bürokrasiyi gizli örgütlenmelerle ele geçirdikten sonra Balkanlar’da bir isyan başlattıklarında II. Abdülhamid isyanı bastıramamış çünkü ordu komutanları emirlere uymamıştı.
2000’lerdeki tüm “demokratikleşiyoruz” söylemine rağmen Fethullahçı Örgüt’ün amacı hiçbir zaman demokratikleşme olmadı. Demokratikleşme söylemi sadece muhaliflerini susturmak için arkasına saklandıkları bir kalkandı. 2008 sonrasında şahit olduğumuz Ergenekon, Balyoz ve daha bir dolu savcılık soruşturmasındaki temel amaç, Atatürkçü bürokrasiyi tasfiye etmek, bu şekilde Atatürkçü vesayet rejimini İslamcı/Fethullahçı başka bir vesayet rejimi ile yer değiştirmekti. Bu da aslında İran’dakine benzer ama bu defa “tepeden bir İslam Devrimi” anlamına gelmekteydi.
AKP’nin suç ortaklığı
Fethullahçı Örgüt’ün yakın tarihimizdeki rolünden bahsederken AKP’den hiç bahsetmemek mümkün değil.
AKP, İslamcı gelenekten gelmekle beraber “gömlek değiştirdik” diyerek merkez-sağa geçiş yapmış bir partiydi. Ama gerçekten mi bir merkez-sağ parti oldukları yoksa asıl İslamcı niyetlerini gizlemek için mi öyle görünmeye çalıştıkları o dönemde hep bir tartışma konusuydu. Böyle bir ortamda Atatürkçü yüksek ordu ve yargı bürokrasisinin kendilerine cephe alması beklenmedik bir şey değildi. Nitekim 27 Nisan 2007 tarihli muhtıra ve ondan yaklaşık bir yıl sonra başlayan kapatma davası bu cephe almanın açık bir göstergesiydi.
Böyle bir ortamda, bürokraside neredeyse hiç kadrosu olmayan AKP iktidarı, Fethullahçı örgütle ortak çalışmayı seçti. Yasama ve yürütmede AKP, ordu, emniyet ve yargı bürokrasisisnde Fethullahçılar olmak üzere güçlerini Atatürkçü bürokrasiye karşı birleştirdiler.
Nitekim, Fethullahçı Örgüt 1980'lerden beri gerçekleştirmeye çalıştığı devleti ele geçirme amacına AKP hükümetlerinin yardımıyla 2010-12 döneminde gerçekten de ulaştı. Devlet içinde başka bir örgütlü yapının bulunmadığı ve Atatürkçü rakiplerini hapse tıktıkları bir ortamda artık devlet bürokrasisini onlar yönetiyordu.
Ancak, bu noktadan sonra bu defa da AKP ile Fethullahçı Örgüt birbirine düştü. 7 Şubat 2012’deki MİT Krizi’yle başlayan çatışma, sonrasında alenileşti. Bir taraf yasal gücünü kullanarak diğerinin bürokrasideki kadrolarını tasfiye etmeye çalıştı, diğer taraf da yargıdaki kadrolarıyla öbür tarafa yolsuzluk operasyonları gerçekleştirdi.
Ne var ki, Erdoğan/AKP bu operasyonları savuşturduğu gibi seçimlerde de gözle görülür bir oy kaybına uğramamayı başardı. Bunun üzerine 2016’da son çare olarak askeri darbeye başvuran Fethullahçı Örgüt bunda da başarısız oldu.
Bu noktadan sonra, Atatürkçülerin zaten nefret ettiği Fethullah Gülen ve örgütü artık muhafazakârların da hedefi haline geldi. Gülen cemaati ve örgütü artık her kesimin ortak nefret objesiydi. Nitekim, başarısız darbe girişiminden sonra sadece örgütün değil cemaatin de tüm kadroları dağıtıldı ve kurumlarına el konuldu.
Böyle bir ortamda, görüldüğü üzere, diasporadaki bir azınlık dışında Fethullah Gülen’in ölümüne de ülkede pek üzülen olmadı. Aksine neredeyse herkes lanet etmek için birbiriyle yarıştı.
Son bir not
Fethulahçı Örgüt’ü incelerken şunu atlamamak gerekiyor. Bürokratik kadroları ele geçirerek Türkiye’de siyasete yön vermeye çalışan sadece Fethullahçılar olmadı. Onlar bu işi çok çok örgütlü, hızlı ve aleni yaptıkları için en bilineni ve tepki göreni oldular. Ancak onlardan önce de Türkiye’de bir Atatürkçü vesayet rejimi vardı. Şimdi de öyle görünüyor ki devlet içerisinde ülkücü bir yapılanma söz konusu.
Bu da gösteriyor ki, devlet bürokrasisini belli siyasal hareketlerin ele geçirmesi maalesef ki bu ülkenin kaderi olmuş durumda. Eğer Türkiye’de liberal-demokrasi gelişecekse bunun aşılması şart.