Gidişat iyi değil. Tövbe istiğfar edelim. Sadece siyasiler değil, bürokratlar iş adamları değil, STK, akademi, medya, hepimiz. Herkesten tövbe alan şeyhler de herkes. Övünmek ve dövünmekle kaybedecek zamanımız yok. Sürükleniyoruz. Sadece ekonomi kötü gitmiyor, siyaset de öyle, toplum hayatı da öyle. Bu süreçte en çok vebal taşıyanlar bu süreçte en çok kazananlar. Kimin makamı daha âli ise, kimin serveti daha daha çok arttı ise, kimin sesi daha çok yüksek ve daha çok çıkıyorsa, ona göre hepimiz sorumluyuz.
Herkes makro ekonomik göstergelere bakıyor da, köylünün, besicinin hali nasıl. Esnafın durumu nasıl. İşçinin, emeklinin durumu nasıl olacak.
Bu kadar memur çok fazla, bir yandan da daha fazla memur alınsın isteniyor. Camiyi cemaate bırakın, caminin giderini cemaat karşılasın. Ama zor, İslam’daki anlamda cemaat mı kaldı. O “The Cemaat”lar Camiyi ele geçirir, Protestan kiliselerinden beter olur. Ya da Ortodoks kiliseleri gibi, Kürt, Çerkez, Gürcü, Arap, Türk, Hanefi, Şafi, Selefi, Nakşi, Kadiri, Mevlevi, Alevi Camileri açılır. Daha beteri de olur. Geri dönüş köprüleri de yıkıldı.
Tarımda, Hayvancılıkta ne devlet görevini tam ne de meslek örgütleri… Sanki köylü görevini tam mı yapıyor… Ne ekeceğini komşusu ile konuşur mu? Ya o ekinler tozlaşma ile birbirini olumsuz etkiliyorsa… Peki, traktörünü paylaşır mı? Tohumunu gübresini birlikte alıp, ürünlerini birlikte pazarlayabilirler mi? Ortaklık yapamazlar. Kooperatifçiliği de yüzümüze gözümüze bulaştırırlar. Zirai ilaç atmıştır, yağmur beklemez, belli süre beklemeden müşteri buldu mu malı satar. Zirai zehirler, gübre konusunda limitlere uymaz. Daha fazla ürün yapacaksa her şeyi dener. Toprak kanser oluyormuş, ürün sağlıksız olacakmış, kimin umurunda.
Aslında hepimiz birbirimizin başının belasıyız. Allah cahil ve zalimlere yardım etmez. Bizi birbirimizle cezalandırıyor. Karı-koca kavgalı, ebeveynler çocuklarla kavgalı, kardeşler birbiri ile kavgalı, işçi-memur amiri ile kavgalı, gelin kaynanayla, damat kayınpederi ile kavgalı, iktidar muhalefetle kavgalı. Bu yetmiyor, biz komşularımızla, komşularımız bizimle kavgalı. Dini, mezhebi, etnik, ideolojik, politik, felsefi ve vicdani kanaat farklılıklarımız sebebi ile birbirimizi yiyoruz. Tarikatların haline bakın. FETÖ, Kalkancı ile başladı, Adnan Oktar derken iş nerelere geldi. İş tereddi noktasına geldi.
İşçi patronu ile, patronlar kendi aralarında kavgalı. Büyük iş adamları yamyama dönüştü. Helal-Haram demeden ne bulursa yiyor. Esnaf birbirinin kuyusunu kazıyor. Şantiye-Rantiye işler malum. Uyuşturucu, fuhuş, kumar ne ararsan var artık. Yasaların ne hale getirildiğini biliyorsunuz. Yasalar sorun çözmüyor, sorun üretiyor. Yargı ondan da beter. Yürütmede, gemisini yürüten kaptan, yürüten yürütene. Ama, rüşvet, torpil derken, yağma hep devam edecek zannedersek gemi karaya oturdu. Para pul oldu.
En büyük sorun cahil kalabalıklardan değil, okumuşlardan kaynaklanıyor. Onlar hem yönetici hem devletin gücünü kullanarak eğitim ve polis eliyle toplumun yönlendiriyor.
“Cehaletin bu kadarı ancak eğitimle mümkündür” diye bir söz var. Aynen öyle. Bunlar kendi mesleklerinin haysiyetine bile sahip çıkmayan bir güruh. Bunların akademisyenlerini COVID-19 günlerinde gördük. Kendi meslek odalarında seçimlere katılım rezalet. Ticaret odası, Baro, Tabipler odası fark etmiyor. Ha! Bu arada MRNA’ların faydasız, hatta zarar olduğu anlaşıldığı için kullanımına son verildi.
Bilgehan Bilge anlatıyor: “110 bin hekimin sadece 4 bini sandığa gidiyor ve 2 bin 300 oy alan yönetime geçiyor. Yani. Bunu Türkiye genel seçimine indirgersek. 61 milyon seçmenin sadece yüzde 4 kadarının sandığa gittiğini düşün. Ve bunların yarısının seni yönetecek iktidarı belirlediğini düşün. Yüzde 2'nin yüzde 98 üzerinde tahakkümü!”.
Parti seçimlerindeki katılım da kimseyi kandırmasın, parti üyelerinin neredeyse tamamı, pazar yerlerinin giriş çıkışında üyelik kaydı yapılan kişiler. Umut tacirlerinin oltasına takılan kalabalıklardan kimi çocuğuna iş bulmak umuduyla, kimi bir sorununu çözmek için, sığınacak yer arayan kişilerden oluşuyor. Bunlar aidat da ödemezler. Onların aidatlarını, al-gülüm, ver-gülüm, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez cemaati!
Asıl o garibanların umutlarını çalanlar, onların aidatlarını ödeyenlerdir aslında. Çünkü o ahlaksızlar, o kalabalıkların arasına karışıp, bazan arkasına saklanarak varlıklarını ve saltanatlarını sürdürmektedirler. Onların çalınan alın terleri ve gözyaşları üzerinden damıtanlardır. Siyaset öyle bir hal aldı ki, birinden kaçan ötekine, ötekinden kaçan berikine sığınıyor. Soğuk savaş taktikleri artık seçimlerde de kullanılıyor. Çoğu zaman alkışladıkları kendi cellatları, soyguncularıdır. Soğuk savaşta öyle değil mi idi, birileri aynı ülkenin çocuklarının kanları ve gözyaşları üzerinde kendilerine iktidar ve servet üretiyorlar.
Bakın bu adamların devleti kutsamalarına kanmayın. O perdenin arkasında kendilerini kutsallaştırıyorlar. Onlar sizi, uluslararası Baronlar da bu soyguncuları soyuyor. Tabi halk nasıl efendilerinin himmetine sığınır hale getirildi ise, iktidar sahipleri ya da vurguncu sermaye sahipleri de uluslararası sistemin himmet ve himayesi ile ayakta duruyor.
Bizim ulama ulemalar ya da ideolojik politik kanaat önderleri de, “bak biz gelmezsek ötekiler gelir, onlar da seni yaşatmaz, elindekini avucundakini alır, sana zulmeder” diye bir korkutmaca ile toplumu kamplara ayırıp güdülüyorlar. Birileri Laiklikten, öteki irticadan korkutularak güdüleniyor aslında.
Emevî ve Abbasilerin yıkılış dönemleri de böyle olmuştu. (Selçuklu ve Osmanlının yıkılışında durum farklı mı sanki.) Sarayın arka bahçesinde konumlandırılan ulama ulemaları “Ulul emre itaat” hükmünü ileri sürerek bugün Suudilerde olduğu gibi, Devler o ulama ulemaları, o ulama ulamlar da (Bunlara Prof. da diyebilirsiniz) takdis ederler.
Bu Ulama ulemalar bir yandan ötekilerden korkuturken, bir yandan da “liderimiz, önderimiz, şeyhimiz pirimiz devlet aklı ile hareket ediyor, onlar bizim bilmediğimizi biliyorlar. Bize şer gibi gelen şeyde hayır da olabilir. Biz sabredeli, mevcuda şükredelim, emirimize Allah feraset versin, eğer hata yaparsa, onun hatalarını hayra tebdil etsin, dua edelim, varsa yanlışı ondan vazgeçsin” derler. Bu aklın saltanatları sonunda getirdiği noktayı biliyorsunuz. Hani adil şahitler olacaktık. Hani haksızlıklar karşısında susmayacaktık. Bunları o suçların, o cinayetlerin, o soygunların, o fahşanın suç ortaklarıdır. İlahlık ve Rablik taslayanlara karşı Hakkın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve haykıran sesi olması gerekenler karşı tarafın, makam sahiplerinin, müstebitlerin, mürtefilerin safında yer almışlardır. Zaten o sarraf ulama ulemaları hep böyledirler. Onları yanlışlarından dolayı uyarmak yerine, onların yanlışlarına şer’i kılıflar uydurmak ve halkı haksızlıklara karşı direnişleri konusunda oyalamakla meşguldürler.
Bugün sadece Suudiler ya da BAE değil, tüm İslam ülkelerinin Gazze, Mescid-i aksa konusundaki biganeliklerini nasıl açıklayacağız. Yoksa HABAT, AGARTHA çetesinin elindeki dosyalar ve kasetlerinin sebep olduğu sessizlik mi, asıl gerçek. Oltayı yutan balık yem istemiyor değil mi?
Evet, tek başına “iyi niyet” yeterli değil. “Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile döşelidir” nitekim. Ve bizi uyarmadı mı Allah kitabında “Şeytan sizi Allah’la aldatmasın” diye.
Ey iman edenler iman ediniz. Sahi siz, iman ettik demekle yakanızın bırakıvereceğini mi sandınız. Hadi adil şahitler olacak ve adaletten sapmayacaktık. İşi ehline verecektik. Rüşvet almayacak, torpil yapmayacak, kibirden ve israftan kaçınacaktık.
Haberiniz olsun, biz kendimizi değiştirmeden Allah (cc) bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek. Bu gidişle haşa babanız peygamber olsa gelse (Başka peygamber gelmeyecek) kurtaramaz. Çünkü peygamberlerin kurtarıcı gücü yok. Onlar kurtuluşa çağırırlar. Allaha (cc), kitaba (amenna ve saddakna) ve resulüne (sav) çağırırlar. O zaman haydin iklime hicret edelim.
Karagöz-Hacivat hikayesindeki kayıkçı kavgasına dönen siyaset düelloları ile geçen zamandan sonra bugün geldiğimiz nokta, herkesin malumu: “Yıktık haneyi eyledik viran (İstanbul sözleşmesi ve Lanzarotte’nin sonuçlarını biliyorsunuz) / Gidip ev sahihine haber verelim hemen.”
Selam ve dua ile…