Bu tahminlerde son günlerde oldukça dikkat çeken bir husus, bazı yorumcuların iyimserlikte sınır tanımıyor olması. Özellikle gazeteci Ruşen Çakır ve akademisyen Mümtazer Türköne’nin yorumları son dönemde bu bağlamda oldukça öne çıktı.

19 Mart’taki yargı darbesiyle beraber, CHP’nin darbe karşısında geri adım atmaması ve toplumsal muhalefeti yükseltmekten çekinmemesi sonucu, başını CHP’nin çektiği muhalefet ile iktidardaki Cumhur İttifakı arasında bir bilek güreşi başladı.

Nitekim, bugünlerde birçok siyaset yorumcusu gazeteci veya akademisyen bu sürecin nereye evrileceğini tahmin etmekle meşgul.

Aşırı iyimser yorumlar

Bu tahminlerde son günlerde oldukça dikkat çeken bir husus, bazı yorumcuların iyimserlikte sınır tanımıyor olması. Özellikle gazeteci Ruşen Çakır ve akademisyen Mümtazer Türköne’nin yorumları son dönemde bu bağlamda oldukça öne çıktı.

Ruşen Çakır, mealen, Cumhur İttifakı’nın bir yönetim krizi içerisinde olduğunu, Erdoğan veya Bahçeli’nin İmamoğlu’nu hapisten çıkaracağını iddia etmekte ve hatta kendisi bir AKP-CHP ittifakı olabileceği gibi ütopik senaryolar ortaya atmakta. Mümtazer Türköne ise Bahçeli’nin çözüm sürecine azami önem verdiğini, eğer hukuk devletine dönülmezse Bahçeli’nin çözüm sürecinin akıbeti için erken seçim çağrısı yaparak Cumhur İttifakı’nı dağıtacağını öne sürmekte.

Baştan söylemek gerekiyor ki bunlar realiteden oldukça kopuk aşırı iyimser yorumlar. Tam da bu sebeple aslında alıcı sayıları da yüksek (“her talep kendini arzını doğurur” derler ya). Muhalefetin ve ülkenin geldiği noktada muhalefet seçmeni tutunacak bir dal aradığından, geleceğe dair umut verecek analizlere daha çok ilgi göstermeye eğilimli. Ancak, meselelere realist perspektiften bakanlar için kötü haber, “temenni” ile “analiz”i birbirine karıştıran bu “wishful thinking” (hüsnükuruntu) yorumların gerçekleşme ihtimalinin oldukça düşük olduğu.

Rejimin önünde zorluklar var ama..

19 Mart’tan sonra girdikleri yolda, Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın önünde elbette önemli zorluklar var. Son bir aydırki yazılarımda vurguladığım gibi, 80 yıllık rekabetçi seçim geleneği olan Türkiye’de Rusya’daki gibi önden ayarlı seçimlerle ülkeyi yönetmek oldukça zor. Bu türden seçimler Türkiye’de size meşruluk sağlamaz. Rusya veya Venezuela’daki gibi, gerçek demokratik meşruluk olmadan rejim eliti memnun edilerek yönetilen ülkelerde de bu eliti memnun edecek ekonomik kaynakları sağlayan zengin petrol veya doğalgaz yatakları mevcut. Türkiye’de ise bu türden kaynaklar yok. O yüzden Türkiye ekonomisi dış sermaye girişine muhtaç ve zaten dış sermaye yokluğundan ötürü de ekonomi gün geçtikçe bozulmakta. Ekonominin bozulması da toplumdaki iktidar değişimi isteğini gün geçtikçe artırmakta.

Bununla beraber, bu yapısal zorluklara dayanarak çok keskin düzeyde iyimser analizlerden gene de kaçınmak gerekiyor. Mevcut durumda Erdoğan’ın da elinin güçlü olduğu noktalar var. Bir kere Erdoğan gerçekten bir siyaset ustası. Siyasi açmazlarını bugüne dek hep bir şekilde aşmayı başardı, bunu hiç unutmamak gerekiyor. Ayrıca, kamu kaynaklarına, devlet bürokrasisine, sermayeye ve medyaya büyük oranda hakim. Trump’ın ABD Başkanlığı ve sonrasındaki küresel ve bölgesel gelişmelerle ilişkili olarak uluslararası konjonktür de şu anda Erdoğan’dan yana.

Hâl böyleyken muhalefetin kısa vadede büyük bir değişim beklememesi gerekiyor. Bahsettiğim yapısal sebeplerden ötürü ben de böyle bir rejimin uzun süre ayakta kalabileceğini düşünmüyorum ama bu değişimin birkaç ay içerisinde olacağı beklentisi içerisinde de değilim.

Bugünkü rejim farklı

Başka bir husus, Türkiye’de bugünkü mevcut siyasi rejimi 2002 öncesindeki koalisyon hükümetleri gibi düşünmemek gerekiyor. Hatırlanırsa en son 1999-2002 arasında görev yapan üçlü koalisyon hükümeti MHP’nin aniden erken seçim çağrısı yapmasıyla dağılmıştı. İyimserliğini korumaya çalışan bazı muhalifler bu çağrının bugün de tekrarlanacağına fazla bel bağlamakta. Ancak bugünkü sistem ve sistemle ilişkili olarak AKP ve MHP arasındaki ilişki geçmişteki koalisyon dönemlerinden oldukça farklı. Bugün Erdoğan/AKP ve MHP “hükümet ortağı” değil, “rejim ortağı”. Ve çok büyük ihtimalle birçok yolsuz süreci de beraber yürütmekteler (en son örnek ortaya saçılan KKTC’deki kirli ilişkiler ağı). Yani ortada muhtemelen birçok suç ortaklığı var. Böyle bir durumda Bahçeli’nin bir koalisyon ortağı gibi iktidarı terk etmesi çok gerçekçi bir beklenti değil.

Bu durum elbette ki Bahçeli ile Erdoğan arasında tam bir uyum olduğu anlamına gelmiyor. İki lider arasında belli konularda uzlaşmazlıklar ve gerilimler olduğu açık. Örneğin, geçen haftaki açıklamasından Bahçeli’nin İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan sürecin çözüm sürecinin önüne geçmiş olmasından oldukça rahatsız olduğu anlaşılıyor. Ancak, bu anlaşmazlıkların kaçınılmaz olarak bir kopuş getireceğini düşünmek gene temenni ile analizi birbirine karıştırmak oluyor. Nitekim, dün yaptığı açıklamada Bahçeli bu defa da İBB’ye kayyum atanabileceğini ima etti!

Bu noktada muhalefetin yapması gereken temennilere ve Cumhur İttifakı’nın içerisinde oluşacak çatlaklara bel bağlamak değil. Olası bir iktidar değişikliği için bu elbette önemli ama muhalefetin yapması gereken direncini asla kaybetmemek, geri adım atmamak ve mücadeleyi azimle sürdürmek. Çünkü ekonomik koşullar bu şekilde kötüleşmeye devam ettiği ve toplumsal meşruluk muhalefetten yana olduğu sürece ben bugün olmasa da yarın iktidar değişikliği için gerekli o kırılma anının geleceğini düşünüyorum.