Tarımsal üretim planlaması da yalnızca teşviklerle değil, hangi ürünün nerede ne miktarda üretilmesi gerektiğine dair bilimsel analizlerle yürütülmelidir. Toprak yapısı, su potansiyeli, iklim verileri, pazar erişimi gibi faktörler birlikte değerlendirilmeli; bu analizler sonucunda bölgeler için önerilen ürün desenleri belirlenmelidir.
Tarım, çoğu zaman yalnızca çiftçinin, köylünün ya da kırsalda yaşayanların meselesi gibi değerlendirilir. Oysa bugün mutfağımızdaki her fiyat artışında, pazardaki her zam dalgasında, hatta merkez bankasının faiz kararlarında bile tarımın ne ölçüde hayati bir sektör olduğu kendini hissettiriyor.
Gıda fiyatlarındaki her yükseliş, yalnızca soframıza değil, tüm ekonomiye doğrudan etki eden bir baskı unsuru olarak büyüyor.
Artık mesele, üretimden çok daha fazlası. Tarım, enflasyonla mücadelede stratejik bir alan; kamu bütçesinde tasarruf sağlayacak bir araç; sürdürülebilir kalkınmanın temel ayağı haline gelmiş durumda.
2024 yılı sonu itibarıyla Türkiye’de gıda ve alkolsüz içecekler grubunda yıllık enflasyon oranı %72 seviyesinde gerçekleşti. Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) sepetinde bu grubun ağırlığı ise %24,96. Yani bu iki veri yan yana getirildiğinde, ülke genelindeki toplam %44,38’lik yıllık enflasyonun neredeyse %40,5’i yalnızca gıda fiyatlarındaki artıştan kaynaklanıyor.
Bu oran, para politikasının etkisinin sınırlı kalabileceğini, çözümün yalnızca faiz kararlarıyla değil arz tarafında atılacak yapısal adımlarla mümkün olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Tarımın içinden gelen bu fiyat baskısını azaltmadan, enflasyonla sürdürülebilir bir şekilde mücadele etmemiz mümkün değil.
Buna rağmen tarımın merkezi bütçedeki yeri hala oldukça zayıf. 2024 yılı için merkezi yönetim bütçesi yaklaşık 11 trilyon 89 milyar TL iken, tarıma ayrılan destek miktarı sadece 91,6 milyar TL oldu. Bu da toplam bütçenin yalnızca %0,83’ü demek. Bu yılda oran %0,9’larda kaldı.
Oysa Avrupa Birliği ülkelerinde bu oran %1,5 ile %2,5 arasında değişiyor. Türkiye’nin sadece gıda enflasyonundaki payı %40’ı aşan bir sektöre %1’in altında destek vermesi, büyük bir çelişkiyi beraberinde getiriyor.
Yani tarım yalnızca ekonomik bir konu değil; aynı zamanda stratejik bir alan olarak değerlendirilmek zorunda. Aksi takdirde hem tüketici, hem üretici hem de devlet bu dengesizlikten olumsuz etkilenmeye devam edecek.
Gerçekçi bir dönüşüm planı yapsak vetarım teşvikleri merkezi bütçenin %3’üne çıkarılsa ve yaklaşık 332 milyar TL düzeyine yükseltilse ve bu kaynak sadece rastgele sübvansiyonlara değil, planlı bir üretim modeline, modern sulama yatırımlarına, girdi sübvansiyonlarına ve kooperatifleşmeye yönlendirilse, hem üretici kazanır hem de tüketici fiyatları üzerindeki baskı azalır.
Gıda enflasyonunda %25’lik bir gerileme bu reformlarla rahatlıkla sağlanabilir. Bu da enflasyon oranında yaklaşık 5,4 puanlık bir düşüş anlamına gelir. Ulaştırma, hizmet ve konaklama sektörlerinde dolaylı etkilerle bu düşüş %7,7’ye kadar yürüyebilir.
Merkez Bankası, böyle bir ortamda politika faizini 5 ila 6 puan arasında indirebilir. Yani üretimi artıran, kırsalı güçlendiren bir plan, aynı zamanda şehirliyi de rahatlatan bir parasal alan yaratır.
Bu noktada önerilmesi gereken en önemli reformlardan biri, desteklerin zamanlamasıdır. Türkiye’de çiftçiler destek ödemelerini çoğu zaman hasat sonrasında, borçlarını kapattıktan sonra ya da üretim sezonu bittikten sonra alıyor. Oysa destek, üretim başında verildiğinde anlamlıdır. Mazot, gübre, yem ve tohum gibi temel girdilere ilişkin teşvikler sezona başlamadan önce çiftçilerin hesaplarına yatırılmalı; bu destekler dijital sistemler üzerinden otomatik olarak hesaplanmalıdır. Böylece çiftçi üretime borçla değil güvenle başlar.
Bir diğer hayati adım, Türkiye’nin hala gerçekleştirmediği kapsamlı bir tarım sayımıdır. Bugün kaç üreticimiz var, hangi bölgede hangi ürün hangi verimle üretiliyor, tarım alanlarımızın ne kadarı etkin kullanılıyor, bu sorulara sağlıklı bir veri setiyle cevap verilemiyor. Bu da desteklerin hedeflenmesini, planlamayı ve kriz yönetimini zorlaştırıyor.
İlk etapta yapılması gereken, dijital destek kartı uygulamasına geçilmesi ve her çiftçinin üretim profilinin kayıt altına alınmasıdır. Bu sistem yalnızca destek vermek için değil, tarımsal verimlilik analizleri yapmak, afet sonrası zarar tespiti yapmak ve üretim planlamasını bilimsel tabana oturtmak için de gereklidir.
Tarımsal üretim planlaması da yalnızca teşviklerle değil, hangi ürünün nerede ne miktarda üretilmesi gerektiğine dair bilimsel analizlerle yürütülmelidir. Toprak yapısı, su potansiyeli, iklim verileri, pazar erişimi gibi faktörler birlikte değerlendirilmeli; bu analizler sonucunda bölgeler için önerilen ürün desenleri belirlenmelidir. Üretici, bu plana uygun üretim yaptığında hem desteklenmeli hem de alım garantisiyle teşvik edilmelidir. Aksi takdirde arz fazlası ya da kıtlık döngüsü, yıllar boyu süren istikrarsız fiyatların temel nedeni olmaya devam edecektir.
Türkiye’de tarımsal girdi fiyatlarındaki kontrolsüz artış da enflasyonun temel belirleyicilerinden biridir. Gübrede, mazotta, yem ve tohumda ithalata dayalı bağımlılık, küresel fiyat dalgalanmalarından üreticiyi doğrudan etkiler hale getirmiştir. Bu nedenle yapılması gerekenlerden biri de yerli tohum üretiminin artırılması, gübre ve yem fabrikalarının bölgesel kalkınma ajanslarıyla desteklenerek kurulması ve üreticilere bu girdilerin sabit fiyatla ulaştırılmasının sağlanmasıdır.
Bahsi geçen girdi sübvansiyonları kısa vadede bütçeye yük gibi görünse de, enflasyon üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri düşünüldüğünde orta vadede kamu maliyesini rahatlatan yapısal çözümler haline gelir.
Kooperatifleşme ise Türkiye tarımının yıllardır çözülemeyen temel sorunlarından biridir. Bugün pek çok üretici, ürününü pazarlama konusunda tüccara bağımlıdır. Alım fiyatını belirleyemez, girdi maliyetlerini pazarlık edemez, maliyet artışlarını fiyatlarına yansıtamaz. Kooperatifler, bu üreticileri bir araya getirerek alım gücünü artırmak, satışta pazarlık gücünü toplulaştırmak için en etkili araçtır. Bu alanda çok başarılı olan Hollanda ve Yeni Zelanda kooperatifleri takdire şayan örneklerdir.
Türkiye’de be yazık ki mevcut kooperatif yapısı zayıftır, çoğu pasif durumdadır.Sebebi ise Fransa ve İngiltere kanunlarından karma oluşturulan insan tipolojimize uygun olmayan kanunumuzdur.
Kooperatiflerin güçlendirilmesi, bölgesel birliklerin kurulması, lojistik altyapıların bu yapılar üzerinden planlanması ve doğrudan tüketiciye satışın yaygınlaştırılması, fiyat istikrarı açısından kritik bir adım olacaktır.
Tarımın verimliliğini artırmanın ve üretimi istikrarlı hale getirmenin olmazsa olmaz şartlarından biri modern sulama altyapısının yaygınlaştırılmasıdır. Türkiye’nin birçok bölgesinde hâlâ vahşi sulama yöntemleri kullanılmakta ve bu durum hem su kaynaklarını israf etmekte hem de verimi düşürmektedir. Basınçlı kapalı sistem sulama, damlama ve yağmurlama sistemleri gibi tekniklerin yaygınlaştırılması ise sadece su tasarrufu değil, aynı zamanda dönüm başına alınan verimin artırılması ve kuraklık riskine karşı tedbir anlamına gelir.
Bu yatırımlar yüksek maliyetli gibi görünse de, uzun vadede hem üretim artışı hem de maliyet düşüşü sayesinde kendini fazlasıyla amorti eder.
Tarımsal sulama yatırımları devlet eliyle desteklenmeli, çiftçilere faizsiz ve geri ödemesi uzun vadeli kredi seçenekleri sunulmalıdır.
Aynı zamanda bu sistemlerin bakım ve işletme hizmetleri için yerel kooperatifler ya da üretici birlikleri sorumlu kılınmalı, altyapının sürdürülebilirliği güvence altına alınmalıdır.
Türkiye gibi su stresi yaşayan bir ülkede, bu yatırımları lüks değil zorunluluk olarak görmek gerekir. Aksi takdirde hem verim düşüklüğü devam eder hem de iklim değişikliğinin etkileriyle başa çıkmak imkânsız hale gelir.
İklim değişikliği, tarımsal üretimi her geçen gün daha fazla tehdit etmektedir. Kuraklık, sel, don ve aşırı sıcak gibi olaylar, rekoltede ciddi dalgalanmalara neden olmakta ve fiyat istikrarını zayıflatmaktadır.
Bu nedenle tarım politikalarının içine iklim riskini yönetecek mekanizmalar da yerleştirilmelidir. Erken uyarı sistemleri, meteorolojik analizlerin çiftçiye zamanında ulaştırılması, ürün sigortalarının yaygınlaştırılması ve afet sonrası tazminat mekanizmalarının hızlandırılması bu anlamda temel ihtiyaçtır. Özellikle bir çok alanda eksik ve verimsiz olan TARSİM gibi sigorta sistemleri daha kapsayıcı, hızlı ve güvenilir hale getirilmelidir.
Tarımın dijital dönüşümü de ihmal edilmemesi gereken bir başlıktır. Bugün pek çok ülkede tarım sadece traktörle değil; sensörlerle, uydularla, dronlarla ve veri platformlarıyla yapılmaktadır. Dijital tarla karneleri, ürün izleme sistemleri, toprak nem sensörleri ve hava durumu algoritmaları çiftçilerin kararlarını daha bilimsel hale getirmektedir.
Türkiye’de bu teknolojilerin yaygınlaştırılması, hem verim artışı hem de girdi tasarrufu açısından büyük fırsatlar sunar. Devlet bu teknolojileri teşvik etmeli, çiftçilere eğitim ve ekipman desteği sağlamalıdır. Özellikle genç çiftçilerin bu alanlara yönelmesi, kırsalda teknoloji odaklı bir dönüşümün önünü açacaktır.
Bugün tarımda teknoloji kullanımız sadece %25’te kalmış durumda. AB ise çoktan %60 bandını aştı…
Tarımın dijitalleşmesi aynı zamanda veri bazlı politika yapımını da mümkün kılar. Her üreticiye ait bir dijital üretici kartı oluşturulmalı; üretim, satış, destek, afet ve verim bilgileri bu karta işlenmelidir. Bu sistem hem sahteciliği önler hem de üreticinin krediye erişimini kolaylaştırır.
Aynı zamanda bölgesel, ürün bazlı ve zamana bağlı analizlerin yapılması, gelecekteki arz-talep dengesizliklerinin önceden öngörülmesini sağlar. Bu da piyasadaki fiyat dalgalanmalarını minimize eder. Sonuç olarak hem devletin kaynak dağıtımı daha adil olur hem de çiftçinin üretim planlaması daha isabetli hale gelir.
Tüm bu yapısal dönüşüm adımları bir araya geldiğinde, tarımsal üretimin istikrarlı hale geldiğini, gıda arzının güvence altına alındığını ve fiyatların daha dengeli seyrettiğini görebiliriz. Bu da doğrudan enflasyon üzerinde pozitif bir etki yaratır.
Gıda enflasyonu tek başına %72 gibi dramatik bir seviyeye ulaşmışken, bu alanda yapılacak %25’lik bir iyileşme, genel enflasyon üzerinde yaklaşık 5,4 puanlık bir düşüş anlamına gelir. Hizmet sektöründe ve ulaştırmada gıdayla bağlantılı fiyatlarda sağlanacak iyileşme de dikkate alındığında bu rakam yukarıda belirtildiği üzere %7,7’ye kadar çıkabilir ve bu düşüş, merkez bankasının politika faizinde 500 ila 600 puan arasında bir indirim yapmasını mümkün kılabilir.
Haliyle de bu durum, tüm iş dünyası adına kredi faizlerinin düşmesine, yatırımların canlanmasına ve borç yükünün azalmasına neden olur. Ancak daha da önemlisi, kamu bütçesi üzerindeki faiz yükünde ciddi bir azalma sağlanır.
2024 yılında Türkiye’nin faiz harcaması 1 trilyon 950 milyar TL olarak öngörülmüştü. Politika faizindeki 5,8 puanlık düşüş, geçtiğimiz yılın yükünden yaklaşık 113 milyar TL azaltabilirdi.
Bu noktada kritik bir soru ortaya çıkar: Tarıma teşvikleri artırmak için harcanacak ek kaynak, bu faiz tasarrufunun gerisinde mi kalır, önünde mi?
Hesaplamalar göstermektedir ki 2025 yılı için belirlenen 135 milyar TL’lik teşvik bütçesi merkezi bütçenin sadece %0,91’i seviyesindedir. Eğer bu oran %3’e çıkarılırsa, ilave yaklaşık 442 milyar TL kaynak gereklidir. Sağlanacak kamu giderlerinden faiz tasarrufuyla ihtiyaç olunan bu kaynağın yüksek bölümünün çıkarılması işten bile değil.
Buna ilave olarak tüketici fiyatlarında stabilizasyon, ithalat ihtiyacının azalması, ihracatın artması ve istihdamdaki pozitif etkiler dikkate alındığında, bu yatırımın bütçe üzerindeki yükü büyük ölçüde kendi kendini finanse edecek niteliktedir.
Burada unutulmaması gereken husus, tarımın sadece fiyat istikrarı değil, aynı zamanda döviz kuru üzerindeki etkisidir. Türkiye birçok temel tarım ürününde hala ithalatçı konumdadır. Bu durum sadece cari açığı büyütmekle kalmaz, aynı zamanda döviz talebini artırarak Türk Lirası üzerinde baskı yaratır. Oysa yerli üretimin artırılması, ithalat ihtiyacını azaltacak ve döviz tasarrufu sağlayacaktır. Kur üzerindeki bu rahatlama da yine enflasyonu aşağı çekecek, faiz indirimi ihtiyacını azaltacak ve bütçeye yük olan kur farkı ödemelerini düşürecektir.
Tarım sadece üretim, fiyat, enflasyon ve bütçe gibi ekonomik terimlerle sınırlandırılamayacak kadar çok boyutlu bir sektördür. Aynı zamanda kırsalda yaşayan milyonlarca insanın yaşam biçimidir, demografik yapının korunmasının garantisidir ve göç baskısının en önemli tamponudur.
Dolayısıyla tarımda yapılacak yapısal reformlar, sadece makroekonomik istikrarı sağlamakla kalmaz; aynı zamanda kırsal kalkınmayı, toplumsal refahı ve bölgesel dengeyi de güçlendirir. Tarım sektörü kendi başına bir ekonomi olduğu kadar, bir sosyal istikrar alanıdır.
Bugün kırsaldan kente göçün en önemli nedenlerinden biri, tarımın sürdürülebilir ve öngörülebilir bir gelir kaynağı olmaktan çıkmasıdır. Plansız üretim, dalgalanan fiyatlar, yetersiz destek mekanizmaları ve yüksek maliyetler, genç nüfusun tarımdan uzaklaşmasına neden olmaktadır.
Oysa yukarıda sıralanan reformlar hayata geçirilirse, üretim cazip hale gelir; teknolojiyle desteklenen, katma değer üreten ve istikrarlı gelir sağlayan bir tarımsal sistem, gençleri yeniden kırsalda tutabilir. Genç çiftçiye yönelik özel teşvik programları, arazi temini kolaylıkları, tarım eğitimi destekleri ve kooperatif tabanlı girişimcilik modelleri bu dönüşümün kaldıraçları olabilir.
Tarımın dijitalleşmesi, genç nüfusun sektöre entegrasyonunda ayrıca fırsatlar yaratır. Mobil uygulamalarla ürün takibi, sensör destekli sulama sistemleri, e-ticaret ile doğrudan satış kanalları ve sosyal medya üzerinden yapılan marka yönetimi gibi uygulamalar, genç çiftçilerin ilgisini artırabilir.
Bu bağlamda tarımsal üretimi yalnızca geleneksel metotlarla değil, yenilikçi çözümlerle buluşturan bir vizyon inşa edilmelidir. Üniversite mezunu gençler sadece şehirde beyaz yakalı olarak değil, kırsalda teknolojiyle iç içe bir üretici olarak da kendilerine alan bulabilmelidir.
Kırsal kalkınma aynı zamanda bölgesel eşitsizlikleri azaltır. Türkiye’de büyük şehirlerin çevresinde yoğunlaşan ekonomik hareketlilik, Anadolu’nun iç kesimlerinde ciddi bir durgunluk yaratmaktadır. Tarımsal üretimin güçlenmesi, sadece kırsalda değil, ona bağlı küçük sanayi, lojistik, ambalaj, depolama ve işleme gibi sektörlerde de canlanma yaratır. Bu da bölgesel gelir farklarını azaltır, yerel ekonomileri canlandırır, kamu hizmetlerine olan talebi dengeler. Bir anlamda tarım, yalnızca ekonomik değil, mekansal adaletin de anahtarıdır.
İstihdam açısından bakıldığında ise tarım sektörü hâlâ Türkiye’nin en büyük iş kollarından biridir. Tarımda yaratılacak her yeni yatırım, doğrudan ya da dolaylı olarak yüzbinlerce kişiye istihdam sağlar. Girdi tedariki, üretim, hasat, işleme, paketleme ve dağıtım gibi zincirin tüm halkaları iş gücü talebi doğurur. Kadın istihdamı açısından da tarım özel bir potansiyel taşır. Kadınların geleneksel olarak aktif olduğu bu sektörde, kooperatifleşme ve sosyal girişim modelleri aracılığıyla hem ekonomik hem toplumsal katılım artabilir. Bu nedenle tarım politikaları aynı zamanda kadın politikalarıyla da entegre edilmelidir.
Sosyoekonomik etkilerin ötesinde, tarımın bir diğer önemi de gıda güvenliği kavramında gizlidir. Dünya genelinde pandemi sonrası artan gıda milliyetçiliği, ülkelerin kendi üretim kapasitelerini artırmaya yönelmesine neden olmuştur. Türkiye de bu küresel eğilimi dikkate alarak, özellikle stratejik ürünlerde kendi kendine yeterliliği sağlamak zorundadır. Bu yalnızca ekonomik bir mesele değil, ulusal egemenliğin de bir gereğidir. Tohumdan fideye, yemden gübreye kadar tüm kritik alanlarda yerlilik oranı artırılmalı, bu alanlara Ar-Ge yatırımları yönlendirilmelidir.
Yine aynı şekilde, tarımın doğrudan bağlı olduğu alanlardan biri de çevre politikalarıdır. Doğal kaynakların aşırı kullanımı, plansız ilaçlama, toprağın yanlış işlenmesi ve orman alanlarının tarıma açılması gibi sorunlar uzun vadede hem verim kaybına hem de çevresel tahribata yol açar.
Bu nedenle sürdürülebilir tarım uygulamaları teşvik edilmeli; organik üretim, iyi tarım uygulamaları ve agroekolojik yöntemler desteklenmelidir. Tarım yalnızca üretimle değil, aynı zamanda doğayla uyumla da değerlendirilmeli; toprak, su ve hava korunmadan gıda güvenliği sağlanamayacağı unutulmamalıdır.
Bütün bu reformlar hayata geçirildiğinde, Türkiye yalnızca iç piyasada fiyat istikrarı ve arz güvenliği sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bölgesel bir tarım üssü haline gelebilir. Tarımsal ihracatın potansiyeli yüksektir ve doğru ürünlerde doğru teşviklerle bu potansiyel çok kısa sürede realize edilebilir. Ürün bazlı markalaşma, coğrafi işaretleme, paketleme ve depolama yatırımları, Türkiye’yi dünya pazarlarında daha rekabetçi hale getirebilir. Bu da dış ticaret dengesine katkı sağlar, döviz kazandırır, cari açığı daraltır ve ekonomik güveni artırır.
Sonuç olarak tarım, görmezden gelinmeyecek kadar merkezi, ihmal edilemeyecek kadar stratejik ve göz ardı edilemeyecek kadar etkili bir sektördür.
Bugüne kadar ötelenmiş, kısa vadeli çözümlerle geçiştirilmiş ve sadece sosyal bir alan gibi değerlendirilmiş olsa da; artık tarım, ekonomik istikrarın, enflasyonla mücadelenin, mali disiplinin ve sosyal refahın merkezine oturtulmalıdır. Yukarıda sıralanan reformlar, bu dönüşüm için gerçekçi, uygulanabilir ve sürdürülebilir bir çerçeve sunmaktadır.
Netice itibariyle, Türkiye’nin tarıma yapacağı yatırım, aslında ekonominin tamamına yapılmış bir yatırımdır. Faiz giderlerinden tasarruf etmek, enflasyonu kalıcı biçimde düşürmek, fiyat istikrarını sağlamak, bütçe disiplinini korumak ve refahı yaygınlaştırmak için en doğru yer tarladır. Çünkü enflasyon sadece markette değil, esasen tarlada başlar ve orada durdurulabilir.
Eğer bugün bu adımları atmazsak, yarın enflasyonu ne faizle ne kurla ne de vergiyle kontrol altına almak mümkün olmayacaktır. Ama eğer şimdi doğru hamleleri yaparsak, sadece üreticiyi değil, şehirdeki tüketiciyi, sanayiciyi, yatırımcıyı ve bütçeyi de rahatlatacak; enflasyonla değil üretimle konuşulan bir Türkiye tablosunu hep birlikte inşa edebiliriz…