Türkiye’de son yıllarda toplumsal şiddet ve intihar vakalarındaki belirgin artış, ülkenin ruhsal sağlığına dair ciddi endişeleri beraberinde getiriyor. Her gün haber bültenlerinde, sokak kavgalarından kadın cinayetlerine, gençlerin intihar girişimlerinden işlenen şiddet suçlarına kadar çeşitli trajedilerle karşılaşıyoruz. Peki, toplumun böylesine bir öfke ve çaresizlik girdabına sürüklenmesinin nedenleri ne olabilir?

Ekonomik zorluklar, şüphesiz ki bu karanlık tablonun en büyük etkenlerinden biridir. Yüksek enflasyon, işsizlik ve artan yaşam maliyetleri, bireylerin sadece maddi olarak değil, ruhsal olarak da tükenmesine yol açıyor. Bir yandan temel ihtiyaçlarını karşılayamayan geniş bir kesim, diğer yandan ekonomik güvencesizlik içinde bocalayan gençler, adeta bir umutsuzluk sarmalında kayboluyor. Bu umutsuzluk hali, kimi zaman bireyin kendi hayatına son vermesiyle, kimi zaman ise kontrol edilemeyen öfke patlamalarıyla dışa vuruluyor.

Toplumun sosyal dokusu da bu süreçte giderek zayıflıyor. Pandemi dönemiyle birlikte daha da derinleşen sosyal izolasyon, bireyler arası bağları kopardı. Aile ve arkadaş çevresi ile olan ilişkilerin zayıflaması, yalnızlığı artırırken, bu yalnızlık depresyon ve anksiyete gibi ruhsal bozuklukları tetikliyor. Dijital dünya, insanları bir araya getirmek yerine, daha fazla yalnızlığa ve kendine kapanmaya itiyor. Sosyal bağların zayıfladığı bir toplumda, şiddet eğilimlerinin artması ise kaçınılmaz oluyor.

Bir diğer önemli faktör ise psikolojik destek hizmetlerine erişimin yetersizliği. Türkiye’de ruh sağlığı hizmetlerine ulaşmak, hâlâ birçok insan için oldukça zor. Devlet hastanelerindeki psikolog ve psikiyatrist sayısının yetersiz olması, uzun bekleme süreleri, birçok insanın ruhsal sorunlarının teşhis edilmeden ya da tedavi edilmeden ilerlemesine neden oluyor. Özel kliniklerin maliyetli olması ise bu hizmetlerin yalnızca belirli bir kesim tarafından kullanılabilmesini sağlıyor. Psikolojik destek alamayan bireyler, çözemedikleri problemler karşısında ya kendi içlerine kapanarak intiharı bir çıkış yolu olarak görüyor ya da öfkelerini başkalarına yönlendirerek şiddet uyguluyor.

Kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği de bu karanlık tablonun önemli bir parçası. Kadın cinayetlerinin artması, toplumun büyük bir kesiminde derin yaralar açarken, aynı zamanda hukuk sisteminin bu suçları engelleme noktasındaki yetersizliğini gözler önüne seriyor. Kadınların toplumda hala ikinci plana itilmesi, toplumsal şiddetin bir başka boyutunu oluşturuyor. Devletin ve yargının kadını koruma konusunda daha sert ve caydırıcı önlemler alması gerekliliği her zamankinden daha açık bir şekilde karşımızda duruyor.

Sosyal medya ise bu tabloyu daha da karmaşık hale getiriyor. Özellikle gençler arasında yaygın olan sosyal medya kullanımı, hem zorbalık hem de şiddet içeriklerine maruz kalmayı artırıyor. Sanal zorbalık, bireylerin ruhsal çöküntüsüne katkıda bulunurken, sosyal medya platformlarındaki şiddet içeren içerikler, toplumsal öfkeyi daha da körüklüyor. Bu dijital dünyada, gençlerin kendilerini ifade edememesi, çoğu zaman yalnızlık ve çaresizlik duygularını güçlendiriyor.

Bu tablo karşısında ne yapmalı? Toplumsal şiddet ve intihar vakalarının önüne geçmek için ekonomik ve sosyal adaletsizliklerin giderilmesi elzemdir. Devlet, psikolojik destek hizmetlerine daha fazla yatırım yapmalı, bu hizmetleri daha ulaşılabilir hale getirmelidir. Toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine daha fazla farkındalık yaratılmalı ve şiddet uygulayanlara karşı daha sert cezai yaptırımlar uygulanmalıdır. Eğitim sisteminde, çocukluktan itibaren şiddet karşıtı ve empati temelli bir kültür oluşturulmalıdır.