Yapay Zekâ kavramı yakın dönem teknolojik gelişmeler arasında çabucak içselleştirdiğimiz, anlamlandırmaya çalıştığımız ve yetenekleri ile bizlere derin travmalar ve aydınlanmalar yaşatan en spesifik kavram olarak değerlendirilebilir. Elbette geçmişten bu yana ancak özellikle 90’lar sonrası temellendirilen, sanatın birçok dalında ütopik bir kavram olarak nitelendirilip özellikle bilim-kurgu içeriklerde fazlasıyla karşımıza çıkan bu yapıyı en net ve anlaşılabilir düzeyde yaşadığımız ve deneyimlediğimiz günlerden geçiyoruz. Doğuşuna ve gelişiyor oluşuna gözlerimizle şahitlik ettiğimiz bu kavramın sadece getirileri ve hayatı kolaylaştıran yanlarını değil aynı zamanda madalyonun bir diğer yüzü olarak tanımlayabileceğimiz karanlık yönlerini de doğru biçimde ele almak gerektiğini düşünüyorum.

Yakın dönemde bu kavramı özellikle eleştirel alt metinde ele alan en değerli işlerden biri şüphesiz ki “Black Mirror” dizisi. Black Mirror, Charlie Brooker tarafından yaratılmış ve insanın teknolojiyle kurduğu ilişkilerin, toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyen bir antoloji. Her bir bölüm, farklı bir hikâye ile, günümüz dünyasının teknoloji ile harmanlandığı potansiyel karanlık yönlerini keşfe çıkıyor. Ancak, dizinin en dikkat çeken özelliği, teknolojinin sunduğu olanakların iyi niyetle kullanılmadığında nasıl tehlikeli ve yıkıcı bir hale dönüşebileceğini anlatıyor olması. Brooker, çoğu zaman distopik bir atmosfer ile, toplumları, bireyleri ve devletleri sorgulayarak, teknoloji ile olan ilişkimizi derinlemesine eleştiriyor.

Dizinin adı olan "Black Mirror", her gün cebimizde taşıdığımız akıllı telefonlardan tutun, televizyonlara, bilgisayar ekranlarına kadar her türlü dijital ekranı simgeliyor. Bu ekranlar, günümüz insanının hayata, çevresine, var oluşuna dair bakış açısını, yaşamını, hatta kimliğini şekillendiriyor. Ancak, Black Mirror'ın sunduğu vizyon, bu ekranların arkasındaki dünyayı, yani, teknolojiyle bireyin yüzleştiği, karanlık ve çoğu zaman kontrolden çıkmış dünyayı bize gösteriyor. Bu anlamda Black Mirror dizisini, Charlie Brooker’ın kara vizyonu olarak nitelendirebiliriz. Brooker, bizlere, İnsanlığın teknolojiyle buluştuğu noktada, ne kadar ilerlemiş ya da modernleşmiş olursak olalım, ne kadar teknolojiyle iç içe yaşarsak yaşayalım, karanlık yönlerimizin, korkularımızın ve ahlaki çöküşümüzün her zaman bir adım ötemizde olduğunu hatırlatıyor. Dizinin adı dahi, bizlere her an karşılaştığımız dijital ekranların yansıttığı gerçeklikten daha fazlası olabileceğimizi, ancak gerçekte bu ekranların ardında ne kadar boşluk, yalnızlık ve yozlaşma olduğunun altını çiziyor. Zira, her bir bölüm, teknolojiye dair bir uyarı değil, derinlemesine bir eleştiri. Teknolojinin insanların en karanlık, en çürümüş yönlerini ortaya çıkarmasındaki rolünü sorgulayan bir yapım.

Brooker’ın dizideki en keskin eleştirisi, belki de modern toplumun ne kadar "aydınlanmış" olsa da aslında ne kadar "kararmış" olduğu üzerinedir. Aydınlanma düşüncesi, akıl ve mantıkla insanı özgürleştirmeyi, en karanlık köleliklerden kurtarmayı vaat etmiştir. Ancak Black Mirror bize, bu düşüncenin modern toplumda sadece bir " içki sohbeti “ne dönüştüğünü, insanların sahip olduğu özgürlüklerin, toplumsal değerlerin, medya manipülasyonları ve iktidar oyunları altında nasıl çürüdüğünü gösterir. Aydınlanma ile karanlık arasında gidip gelirken, bir yerde kırılma noktasına ulaşan bireyler, toplumsal ve ahlaki açıdan ne kadar savunmasız olduklarını fark etmezler. Black Mirror’ın her bölümü, toplumu o kadar derinlemesine bir biçimde eleştirir ki, karanlık ve aydınlık arasındaki farkları yeniden sorgulamamıza neden olur. Modern bir insanın yalnızca teknolojinin sağladığı kolaylıkları değil, aynı zamanda onun getirdiği manevi çöküşü de kabul etmesi gerektiği anlatılır.

Uzun bir giriş oldu farkındayım ancak dizinin manifestosunu tam olarak anlamlandırmadan, üzerinde asıl durmak istediğim, Black Mirror dizisinin ilk bölümü olan “National Anthem” bölümünü anlatmanın temelsiz olacağını düşündüm.

Black Mirror dizisinin ilk bölümü olan “National Anthem”, adeta günümüz medya ve siyaset ilişkisinin bir fotoğrafını çekerken, bu ilişkiyi tersine çevirdiği her noktada toplumun ahlaki sınırlarını zorlar. Bir hükümet görevlisinin başına gelen trajikomik bir şantaj olayı üzerinden, siyaset, medya ve toplum arasında örülen güçlü bağların ne kadar tehlikeli ve yozlaştırıcı bir hale gelebileceğini gösterir. Brooker, toplumsal değerlerin nasıl medya aracılığıyla manipüle edilebileceğini ve insanın en derin ahlaki değerlerinin dahi nasıl yok sayılabileceğini ortaya koyarken, izleyiciye daima bu “karanlık aynada” kendisini görmesini önerir.

Bölüm, Birleşik Krallık Prensesinin kaçırılması ve ona yönelik bir tehdit üzerinden başlar. Prenses ölümle tehdit edilir, videosu internete servis edilir ve kaçıran kişiler, Prensesin kurtulabilmesinin tek şartının, söz konusu hükümet görevlisinin canlı yayında gayri ahlaki bir eylem yapması ile mümkün olabileceğini söyler. Ya bu eylem yapılacaktır ya da toplumunun ortak değeri olan Prenses ölecektir. Hükümet görevlisinin, şantaj altında yapmak zorunda bırakılmaya çalışıldığı bu bölümü sadece basit bir “ahlaki çöküş” anlatısı olarak okumamak gerekir. National Anthem, bir bakıma, modern toplumun medya aracılığıyla kazandığı derin bir "cehalet" içinde, neyi doğru, neyi yanlış bildiğinin bile farkında olmadığına dair keskin bir eleştiridir. Her şey, bizi izleyen ekranların arkasında, bize neyin doğru olduğunu hatırlatan bir dizi "görüntü “den başka bir şey değildir. Hikâye, sadece bir şantaj hikayesi değil, daha çok medyanın, iktidarın ve toplumun karşılıklı kurduğu ahlaksız ilişkinin ve bu anlamda sömürüye dayalı bir toplumsal yapının alegorisidir. Her şey, bir televizyon ekranında yansıyan, görüntülerin ardında dev bir manipülasyonun izini sürer. Halk, bu şantaja, söz konusu siyasetçinin kişisel ve siyasi itibarına bir tür canlı gösteri olarak bakar. Yavaşça içinden birer birer sökülen moral değerler, sonunda yalnızca kanlı bir medya gösterisine dönüşür. Bir televizyon şovunun, toplumun moral çerçevesine karşı yaptığı büyük yıkım, pek çok kültürde "yeniden doğuş" olarak kabul edilen o kutsal alanı, çoktan fethetmiştir. Her şey görüntüye dayalıdır; insanlık, şişirilmiş gerçeklerin ardında kaybolur. Sahne, söz konusu siyasetçinin nihayetinde aşağılanmaya ve çürütülmeye mahkûm edildiği bir "görüntü" haline gelir. "Özgür" halk, daha fazla görüntü, daha fazla şok, daha fazla dehşet istedikçe, birer, birey olmaktan çıkarak, sadece varlıklarıyla var olan birer nesneye dönüşürler. Ekranda sergilenen ne varsa, o “doğrudur”. O gerçektir. Ve işte tam burada başlar, o korkunç yıkım… Toplum, kendi ahlaki değerlerinden vazgeçmeye, hem de bile isteye karar verir. Ne acıdır ki, siyasetçinin bu aşağılanması, nihayetinde halkın gözünde sadece bir eğlenceye dönüşür. Ya da daha doğrusu, o eğlenceye giden yol, pek de "ahlaki" değildir, ancak toplum için izlenmeye değerdir.

National Anthem bölümünde, siyasetçinin, Prensesin serbest bırakılması için kendisinden istenen ahlaksız eyleme karşı duyduğu içsel çatışma ve buna rağmen yapması gereken eylem arasındaki gerilim, sadece bireysel onurunu değil, aynı zamanda toplumun ve medya aracılığıyla inşa edilmiş değerlerin çıkarımlarını da sorgulatır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, siyasetçinin, bu olayın halk arasında yayılmaması için medya üzerindeki etkinliğini nasıl kullandığıdır. Çünkü, söz konusu siyasetçinin en büyük korkusu, bu olayın toplumda yankı bulması ve halkın moral değerlerini daha da yitirerek tepkilerini açıkça ortaya koymasıdır. Bu yüzden, iktidar, medyayı bir manipülasyon aracına dönüştürür; sadece haberin yayıldığı alanları değil, halkın "gerçek" algısını da kontrol eder.

İktidar, medya üzerinden, toplumu sürekli olarak izleyen bir "göz" gibi işlev görür. Bir bakıma, National Anthem’deki siyasetçinin toplumu kontrol etme arzusu, günümüzde de gerçekliği olan ve karşımıza çıkan bir medya yapısının işleviyle paralellik gösterir. İktidar, medya aracılığıyla toplumu yönlendirir, neyin konuşulup neyin konuşulamayacağına karar verir. Bu olay, bir "kurtuluş" değil, daha çok bir sistematik denetim ve ahlaki çöküşün hızla topluma empoze edilmesidir. Medya, toplumun kulağı, gözleri ve vicdanı olmaktan çıkar ve sadece iktidarın sesi ve onayı haline gelir.

Günümüzde de medya patronlarının iktidarın isteklerine boyun eğdiği, haberlerin, içeriklerin ve gündemin tamamen iktidarın manipülasyonuna dönüştüğü bir gerçeklik vardır. National Anthem Bölümü’nde olduğu gibi, toplumu "uyandırmaya" çalışan, gerçeği ortaya koymaya çalışan sesler, giderek yok sayılır ve bu "gerçekler" sadece iktidarın, yani ana akım medyanın manipülasyonuna maruz kalır. Medyanın çoğunluğu, artık habercilikten çok, iktidarın söylemlerini doğru ve eksiksiz bir şekilde aktaran birer "megafon" haline gelmiştir. Ne olursa olsun, bu "gerçekler" halkın gözünde birer manipülasyona dönüşür. Bu yozlaşma, toplumu iyice çürütür ve sonunda halkın bakış açısı, kendi "gerçekliğinden" çok uzakta, iktidarın dayattığı ve medyanın servis ettiği yeni "gerçekliğe" evrilir. İktidar medyayı yönlendirirken, kamuoyunun tepki göstermesini engellemek için sürekli olarak bir "gündem değişikliği" yaratır. Skandallar, ahlaki sapmalar, tutuklamalar, gözaltılar, ahlaksız ilişkiler, kaynanalar, damatlar ve kaçınılmaz toplumsal yozlaşma, bir medya şovuna dönüşür. İktidar için kullanışlı olan her olay bir skandalmış gibi yansıtılır. Hak ya da hukukun önemi yoktur. Önemli olan şey toplum için hazırlanmış, planlanmış kontrollü şovlardır ve her bir yeni olay, "şov" olarak yutturulmak için medyanın gücü kullanılarak servis edilir. Tıpkı dizinin bu bölümünde anlatıldığı gibi, iktidar medyayı yönlendirerek bu baskıları halktan uzak tutmaya çalışır. Ve bu, adeta halkın vicdanını uyuşturur, kolektif bilinçaltını kontrol altına alır. Toplum, sürekli olarak "gerçekler" arasında gezinirken, aslında o "gerçekler" çoktan iktidar tarafından yaratılmıştır. İktidarın, medya aracılığıyla, halkın neyi doğru, neyi yanlış bildiğini yeniden şekillendirdiği bir dünyada, toplumun ahlaki değerlerinin ve onurlarının ne kadar hızlı bir şekilde çözüleceğini görmek de mümkündür. Toplum, bir zamanlar sahip olduğu değerlerden vazgeçmeye, "görsel" gerçeklik ile "ahlaki" gerçekliği birbirinden ayırt edememeye başlar.

Medyanın, sadece “haber” vermekle kalmayıp, halkın bilincini yönlendiren ve nihayetinde kendi çıkarlarına hizmet eden bir “gösteri aracı” haline geldiği toplumları anlatabilmek adına Black Mirror’ın "National Anthem" bölümü bir ayna görevi görür. Bir yandan insanları "özgürleştirme" iddiasında olan, diğer yandan halkı birer köle gibi yönlendiren medya-iktidar ilişkisinin, günümüz gerçekliği ile de paralellik gösterdiğini söylemek çok da haksız bir yaklaşım olmayacaktır. Son yıllarda günümüzde de medya, neredeyse tamamen iktidarın güdümüne girmiş ve toplum, zamanla bu iktidarın dayatmalarına alışmak zorunda bırakılmıştır. Ne zaman halkın tepkisi büyüse, bir sonraki "şok edici" olay, toplumu yeniden uyuşturur. Tıpkı National Anthem’deki gibi, halk artık her türlü ahlaki sınırdan sapmaya hazırdır, çünkü "görüntüler" her şeydir. Söylenmek istenen neredeyse her şey güdümlü bir baskın medya tarafından şekillendirilir ve yine siyasetin belirlediği konfor alanı içinde servis edilir. Neredeyse her açıklama, her söylem, siyasetin borazanlığını yapan sosyal medya trollerinin soytarılığı ve ahkamları ile halkın gözünde birer “şov” halini alır. O şov ne kadar çürümüşse, izleyici kitlesi o kadar büyük olur. Medyanın ve iktidarın elbirliğiyle kurduğu bu ilişki, toplumu kendi ahlaki değerlerinden nasıl kopardığını, nasıl zihinsel bir uyuşmuşluk haline soktuğunu gösterir.

Gerek bahsettiğimiz bölüm itibariyle gerekse dizinin daha sonra yayınlanmış ve halen yayınlanmaya devam eden bölümlerini de göz önüne alarak şunu söyleyebiliriz ki Black Mirror’ın her bölümü, aynı zamanda bir toplumsal eleştiridir. Toplumları ve bireyleri sorgular. İnsanlar, teknolojinin sağladığı olanaklarla bir adım daha "geliştiklerini" sanırken, aslında daha fazla kontrol altına alındıklarının farkına varmazlar. Black Mirror, sadece teknolojiyi değil, bu teknolojiyi şekillendiren toplumsal yapıları da hedef alır. Birer "görüntü" haline gelen insanlık, her an izlenen, kontrol edilen ve manipüle edilen varlıklara dönüşür. Ve bu dönüşüm, her yeni teknolojik gelişme ve bu teknolojik sistemi manipüle edebilme gücüne sahip egemenlerin eli ile ne üzücü ki daha da derinleşir.

Sinema dolu günler…