Ekonomi, hukuk, siyaset ve toplum arasındaki ilişki elbette karşılıklıdır. Her biri diğeriyle etkileşim içindedir. Sosyal bilimlerde durumu anlamanın amacı sorun çözmek, sonucu değiştirmek olmalıdır. Bu da kaçınılmaz olarak indirgeme yapmayı, tasnife dayalı çözümlemeleri gerektirir. Olan ile olması gerekeni karıştırmadan kaba bir şema yapmaya çalışalım.
Elbette olması gereken her şeyi hukukun şekillendirmesidir. Gerçek adalet de ancak böyle hayat bulur. Ne yazık ki hayatın içinde hukuku belirleyen güç dengeleridir. Yani ekonomi hukuka çerçeve oluşturur. Bu nedenle birçok partinin ısrarla savunduğu "hukuk düzelirse ekonomi iyileşir" tezi, kulağa hoş gelen güzel bir temenniden ibarettir. Gerçek hayatta ekonomik paylaşım ve güç dengesi hukuku şekillendirir.
Bu kısır döngüden çıkış için ekonomik adalet ile toplum ilişkisine odaklanmamız gerekir. Cumhurbaşkanı'nın haklı olarak altını çizdiği "israftan kaçınan ve üretime dayanan" bir ekonomi ne kadar ve nasıl mümkün olabilir? Asıl cevabı aranması gereken soru budur. Ekonomi hem toplumun çürüme nedenlerinden biri hem sonucudur. Asgari ekonomik yaşam standardı olmadan elbette toplumsal çözülme, intihar, boşanma, haksız kazanç elde etme gibi vakaları azaltmak mümkün olmayacaktır. Tabi tersinden bakınca da toplumsal katılım, çalışarak kazanma, alinteri ve emeği değerli görme anlayışı oturmadan da ekonomik canlanma kalıcı olmayacaktır. Piyasalara can suyu niteliğinde sıcak para girişi sağlama çabaları bu nedenle bir yere kadar anlamlıdır, gereklidir ama asla yeterli değildir. Artı değer üretmeyen bir ekonomide sürdürülebilir kalıcı kazanımlar olamaz, en azından rekabet dünyasında ayakta durulamaz. Kısa dönemli rahatlama sağlanarak toplumsal rahatsızlık bastırılsa da borç batağında kalma ve elde avuçta ne varsa satma çaresizliğinden kurtulma imkanı olmaz.
O halde son soru; ‘Toplum üretim sürecinde neden olmaz?’
Tam burada ekonomik adalet kavramı devreye girer. Emeğin hak ettiği karşılığı alması yani adil paylaşım kilit rol oynar. Emek sömürüsü ile sosyal yardımlarla yaşamayı tercih eden toplum gerçeği birbirini tetikler. Üretime katılan iş gücü düştükçe üretim maliyeti içinde emeğin payı kısılmak istenir. Sanayi devrimi sonrası emeğin üretimden gelen gücü, bugünün üretim ilişkilerini anlamakta eksik kalır. Başta yazılım kaynaklı olmak üzere üretim biçiminde yaşanan değişimler, kol gücünün yerini akıllı makinaların alması, bazı mesleklerin ya değişime ayak uydurması ya da zamanla yok olmasını zorunlu hale getirdi. Bu tablo sadece serbest piyasa kuralları ile aşılamaz. Yönlendirici planlama bu nedenle kaçınılmazdır. Toplumun yaşama biçimi, tüketim alışkanlıkları ile üretime katılma heyecanı birbirini olumlu ya da olumsuz etkiler. Gittikçe olumsuza evirilen seyirden olumluya dönüş, siyasal karar ve toplumsal irade gerektirir. Bu bir seferberlik havasında gerçekleşebilir. Türkiye'nin yarınları da ancak bu şartla sağlıklı değişebilir. Sağlıklı değişimi yönetmeyen ülkeler çözülmeye mahkum hale gelir. Değişimi kişilerin, parti rozetlerinin değişimi gibi görmek ise gerçek değişimi sadece geciktirir.