Demirtaş'ın mahkeme heyetine verdiği savunmanın tam metni şöyle;

Yalanı geri alamazsın, gerçek bile yetmez bile buna. Bu kumpas davasında saf katışıksız bir yalan var. Biz yıllardır gerçekleri anlatarak yalanı anlatmaya çalışıyoruz. Yalanın geri alınamayacağını biliyoruz. Bu yalanın sahiplerinin mazoşistçe bir haz aldıklarını biliyoruz. Biz de boyun eğmeden, acılarımızı bal eyleyerek duruşumuzu koruyacağız. Tarihi yalanları bir kez daha ifşa edeceğiz.

Savunmamı, okuma yazması olmadan alın teriyle yedi çocuk yetiştiren babama, Tahir ustaya ve bütün anne babalara ithaf ediyorum.

Bizler siyasetçiyiz, siyasetin değiştirici gücünü öne çıkarmaya çalışıyoruz. Polonyalı düşünür Bolman şöyle der: ‘İnsan ilişkilerinin kırılgan olduğu günümüz dünyasındaki ilişkileri tanımlayacak gerçek kavram likit modernliktir.’ Siyasetin eli kolu bağlı, insanlar siyasete güvenmiyor, çünkü siyaset insanlara beklediğini veremiyor. Türkiye’de siyaset neden çöktü, güç kimin elinde, bizi hapiste tutan kimdir, hangi güçtür? Biz tarihi gerçekleri ne unutacağız ne de unutturacağız.

Bu dava vesilesiyle gerek insanlık tarihinin gerek halklarımızın tarihinin bir kez daha gün yüzüne çıkması için elimizden geleni yapacağız. Binlerce insan elmanın düştüğünü gördü ama sadece Newton nedenini sordu. Newton’un yerçekimi kuramına ulaşana kadar sorduğu soru ‘Neden?’dir. Biz de soruyoruz; neden bize bu kötülükler yapılıyor, neden bu kadar saf ari kötülük yapılıyor? Yıllardır bunları anlatıyoruz. ‘Pantolonu kazak gibi başınızdan çıkaramazsınız’. Bu da Murat Menteş romanından bir alıntı. Bu kumpas da pantolonu başından çıkarmaya çalışanlar gibi ayaklarına dolaştı. Karmaşayı yaratan biz değiliz, ters yüz olan her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz. Öyle ki bu mücadele bizi demokrasi ve insan hakları uzmanı haline getirdi. Tabiri caizse bu yargılama süreci bilgeleştirdi bizi. Biz işe yarasın diye uğraşıyoruz. İnsanlar da toplumlarda devletler de olgunlaşma çağını yaşarlar, esas bilgiliğe o zaman ulaşırlar ama çoğu zaman işe yaramaz. Ama çoğu zaman toplumlar da bireyler de ergenlikten çıkmadan, haddini bilmeden ölürler. Hiç değilse biz bu dava nedeniyle insan hakları ve barış konusunda ulaştığımız bilgeliğimiz bir işe yarasın istiyoruz. O yüzden susmuyoruz, o yüzden inatla konuşmaya devam ediyoruz.

Gezegenin asıl tarihi

Yaşadığımız anın bir gün tarihe dönüşeceğini bilerek yaşayabiliriz. Biz de kendimizi, haddimizi bilerek başlayalım. Bugün yaptığım konuşmaları bir ağır ceza mahkemesinde yapmak trajik olsa da bu benim tarihe ve topluma borcumdur. Bugün kötülüğün kaynaklarını anlatmaya çalışırken, saf kötülüğün kaynaklarına dikkat çekeceğim: Yaşadığımız anın bir gün tarihe dönüşeceğini bilerek yaşayabiliriz. Biz de kendimizi, haddimizi bilerek başlayalım. Bugün yaptığım konuşmaları bir ağır ceza mahkemesinde yapmak trajik olsa da bu benim tarihe ve topluma borcumdur. Bugün kötülüğün kaynaklarını anlatmaya çalışırken, saf kötülüğün kaynaklarına dikkat çekeceğim. Dünya genelinde 4 bin 200 farklı dini grup var ve bunlar başka inanç ve mezhebin kötülüğünü vaaz etmiyor. Bütün düşünce akımları, sanat, kültür de iyilik iddiasında. Peki, bütün bunlara rağmen neden bu kadar kötülük var? Ya biri bize yalan söylüyor ya da başka bir durum var.

Gezegenin asıl tarihi insanın ortaya çıkışıyla başlar. İlk insanlar hayvanlar gibi açıkta çiftleşiyor ama yavaş yavaş insanın zekası gelişiyor. Avcıyı çoban, yaban sürülerini kabile, kabileleri millet haline getiriyor. Ama insan savaşmak, daima savaşmak, sonsuza kadar savaşmak

zorundadır. İlk savaşı doğaya, vahşi hayvanlara karşıdır. İnsan hep bir savaşçı olacak ve kahraman olacaktır. Nihayet kralları ve tanrıları ile savaşacaktır. Ölülerin ve tanrıların resimlerini taşlara oyacaktır ama insan ve insanlar arasındaki savaş hiçbir zaman son bulmayacaktır. Krallıklar kendileri arasında savaşacaktır, güçlenecek, zayıflayacak ve son bulacaktır. Doğu batıya, Afrika Avrupa’ya, kıtalar kıtalara karşı savaşacaktır. Çöken, yıkılan şehirlerin yerlerine yenileri kurulacak. Gömülmüş şaheserler ışığa kavuşacak. Şairler gariplerin, mağlupların destanlarını yazacak. Filozoflar Pîrsus kıyılarında, Atina temelleri altında dünyanın özünü arayacaklar. Akdeniz’in güzel köklerine bakan açık hava tiyatrolarında bakireler ve ihtiyarlar korosu amansız kaderden şikayet edecekler. Katedraller, amfiler, adalet sarayları yükselecek ve bütün bu dağınık mucizeler üzerinde zaman zaman saz şairlerinin şarkıları duyulacak.

Birçok yerde benzer süreçlerden geçerken birbirimizden haberimiz bile olmaz. Farklı diller, farklı kültürler ve farklı diller geliştirirken de birbirimizden haberdar değildik. Ne zamanki nüfus doyamayacağımız kadar kalabalıklaştı ve yakınlıkla karşılaştık işte o zaman başka topluluklarla ticarete ve savaşa başladık. Ancak hep bir aynı motivasyonla, aynı amaç doğrultusunda savaştık. Başka toplumların mallarına ve topraklarına el koymak için. Bizi birleştirecek daha güçlü moral değerlere ihtiyaç duyduk. İşte o zaman etnik kimlikleri, halkları ve ulusları icat ettik. Sonra bu kimlikleri dinle, bayrakla, şanlı tarihlerle, devletle, zaferlerle yücelttik. Öyle abarttık ki bir noktadan sonra kendi icadımız olan kimliklerimizin tutsağı haline geldik. Tıpkı parayı icadımızda olduğu gibi. Biz onu kullanmak için icat ettik ama bir süre sonra o bizi kullanır hale geldi. Bütün bu hengame, savaş, kan, gözyaşı, kıyım ve korkunç acıların; kimliklerimiz, inançlarımız, onurumuz için yaşamamız için gerektiğine sadece 5 bin yıl içinde iman edercesine kesin ve geri dönülmesi imkansız şekilde inandık. Oysa biyolojik 15-20 bin yılda ancak bir milim evrimleştik. Biyolojimiz son 5 milyon yıldır olduğu gibi son 5 bin yılda da aynı kaldı: Karnını doyur, üre, yaşa ve bunun için savaş.

Rojava’da yaşanan kıyım

Biz kendi etik değerlerimizi yitirdik. Kendi icat ettiğimiz kötülüğü büyüttük. Gramsci’nin dediği gibi: Ey ahkam bir tek sen kötüsün. Barbarlık, vahşilik diyoruz ya yanlış; biz barbarken, vahşiyken bunları yaşamıyorduk. Medeni olduğumuz için bunları yaşıyoruz. Bugün Kürdistan’da, Rojava’da yaşanan kıyım vahşilik barbarlık değil. Medenileştiğimiz için bunlar yaşanıyor. Kötülüğü yaratıp başka bir şeyi keşfettik. Erdemi, etik değerleri keşfettik. Çünkü hiçbir güç içimizdeki özgür ruhu engelleyemez. Modernitenin bize dayattığı şey toplumsallıksa, bunun da yolu etik değerlerdir. Bizi bir arada tutan şey anayasa değil yasalar değil. Bugün Van Bahçesaray’da yolların 6 ay kapalı olduğu bir köyde insanlar birbirini boğazlamıyorsa, malını mülkünü gasp etmiyorsa, bunun nedeni TCK değil evrensel erdemliliktir. Medeniyetin var olduğu günden beri bir yandan da erdemlilik akar ve gelişir. Bu davada medeniyetin iki ayrı nehri birbiriyle çatışıyor: Kötülük ve erdemlilik. Bütün bu kötülüklerle baş etmenin yolu olarak bizi özgürlüğe zorlayan, doğal halimize zorlayan, öte yandan kültür olarak bizi sınırlayan dine ve ideolojiye karşı beynimiz sürekli isyan eder. Bütün yarattığımız çatışmanın altında yatan neden budur. Bedenimiz ve kültürümüz çatışır. Bütün bunlar edebiyata, sanata dönüştü. Başka türlü ruhlarımızı iyileştiremiyoruz. Geri dönüp edebiyata, sanata ve müziğe sığınıyoruz. Çünkü ruhumuzun yarattığı gerilim başka türlü dinecek gibi değil. Biz barbar vahşi halimizden çıkmadan, şu anda uzaya gidebilecek teknolojiyi yarattık. Biyolojimiz milyonlarca yıl önceki biyolojidir. Bir lokantanın önünden geçerken biyolojimiz, ‘o kebabı al ye’ der ama medeniyet ‘paranız yoksa yiyemezsiniz’ der.

Halkımız anavatanımızda karnını doyurmak ve yaşamak istiyor. Türkler de bin yıl önce geldi. Onlar da karnını doyurmak ve yaşamlarını sürdürmek istiyor. Tıpkı Fransızlar, Almanlar, Yahudiler, Aborjinler ve Afrikalılar gibi. Hepimiz karnımızı doyurmak ve neslimizi sürdürmek isteriz. Herkes haklıdır ama güçlü değildir. Doğada sadece güçlüler ayakta kalıyor. Hani kültür icat etmiştik, ona ne oldu? Ahlak ve erdeme ne oldu? Kültüre göre haklı olan biziz. Sizin ve benim mensup olduğumuz devlet, bizim anavatanımızı zorla işgal etmiş. Erdemlilik anlaşmasını bozan devlettir. Burada bir suçlu aranacaksa o biz değiliz, biz bunun mağduruyuz. Bizim de hatalarımız oldu. O da doğrudan ve hakikatin peşinden gitmeme gibi hatalarımızdır; erdemlilik sözleşmesini ihlal ederek binlerce yıllık bir arada yaşama akdini bozanlara karşı direnmemizdir. Bugün yargılanmamızın nedeni budur. Dünyanın her yeri sömürgeleştirildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa’nın zenginliğinin, Kanada’nın zenginliğinin temelinde Asya ve Ortadoğu’nun sömürülmesi yatar. Bu sözleşmeyi bozanlar suçludur. Afrikalılar, Asyalılar, Mezopotamyalılar suçlu değil. Daha genç bir avukatken Lizbon’da bir sempozyuma konuşmacı olarak katıldım ve oradaki parlamentoyu gezdim. Görkemli bir parlamentoları var. Beni gezdirdiklerinde bir yandan da anlatıyorlardı. Şu mermerler, sütunlar Afrika’dan, şuradan, buradan vs. diyorlardı. Bunu anlatan sosyalist bir milletvekiliydi. ‘Size ait bir şey var mı?’ diye sordum. ‘Hepsi bizim’ diye baktı. Çalmadığınız, size ait olan bir şey var mı diye sordum tekrar. Adamın kafasına dank etti. Dünyanın her yerinden çalıp getirmişler, bizim diye övüne övüne anlatıyorlar. Çünkü etik sözleşmesini bozdu İspanyollar ve diğer ülkeler.

Zenginlik

Bugün göç dediğiniz, zorunlu göç dediğiniz şeyde de çaldıklarınızın peşinden geliyor insanlar. Çünkü zenginlik dediğiniz şeyler zaten o insanlara ait. Biz buna emperyalist sömürü diyoruz. Konuşmalarımızda bunlar var. İspanya Batı Sahra’dan çekilirken arkasından bir avukat, bir doktor bıraktı. Avrupa oradan sömürdüğü altın, petrol ve madenle zenginleşirken dünyanın doğusu geri bırakıldı.

Güç sizin elinizde değil, iktidarın da elinde değil; güç uluslararası güçlerin elinde. Bu dosyada da bizim tutuklu kalmamız lazım ki Cumhur İttifakı iktidarını sürdürsün. Cumhur İttifakı iktidarını sürdürsün ki bu uluslararası güçlerle işbirliğini sürdürsün. Avrupa Konseyi, Avrupa burada olup bitenlerin farkında. Dünyadaki inançlar ve dinler iyilik vaaz etmesine rağmen kötülük devam ediyor. O zaman neden bu kadar kötülük var? Siyasal İslam’ın bu konudaki rolünü anlatmıştım. Bunları anlatmaya devam edeceğim. Birbirini boğazlayan İrlandalı Katolik ve Protestanların çoğu İncilin 10 emrini bilmiyor. Yalanın üzerine kurulu bir düzen var. Din uğruna, inanç uğruna birbirini kesmeyen kalmadı. IŞİD’lilere sorun bakalım İslam adına tam olarak neyi biliyorlar. Ya da sokağa dökülen linç güruhlarına, Genel Merkezimizin önüne gidip sarı torba bırakan gruplara bir sorun bakalım uğruna uğraştıkları dinin ve kimliğin ne kadar farkındalar. Farkında değiller. Bunlar sadece karnını doyuran, neslini sürdürmeye çalışan gruplardır. Homo Sapiens bunlar. Kültürle alakaları yoktur. Erdemlilik sözleşmesi bozulmuşsa bir arada yaşamanın imkanı yoktur ki onu bozan da biz değiliz.

Binlerce kez insanların beynine tehdit uyarısı gönderildiyse onu tehdit olarak algılar. Binlerce kez Kürtler tehdit olarak gösterildiyse, o artık tehdittir. Komünistler tehdit olarak gösterildiyse, onlar tehdittir artık. Erdoğan, AKP’li yetkililer, İletişim Başkanlığı seçim sürecinde binlerce kez bunu yaptılar. ‘Demirtaş, Kürtler tehdittir’ mesajı verildi. Yaptığım alıntıda da olduğu gibi yalanı geri alamazsın, gerçek bile buna yetmez” dedi. İktidarın kötülüğüne işaret eden ve

“Bunların medeniyetle ilişkisi var mı? Evet, var. Medeniyet tam da budur” diyen Demirtaş, “Neyi paylaşamıyoruz? Biyolojik olarak ihtiyaçlarımız bellidir; karnımızı doyurmak, neslimizi sürdürmek ve hayatta kalmak” dedi. “Ermişler ve bilgeler neden az konuşur? Çünkü her şey açıktır, susarak bile anlatabilirsiniz” diyen Demirtaş “Haddini bilmek her şeyi bilmektir. Cahiller o nedenle dünyanın en tehlikelileridir. Kimiz, neyiz, nereden geliyoruz bunu bilmek yeterli. İnsanlık bunun üzerine düşünmüyor bile. Bu dava vesilesiyle o yüzden bunu tekrar tekrar hatırlatıyoruz. Neden bu kadar saf, katışıksız kötülük yapılabiliyor? Yeryüzüne hiçbir zaman iyilik hakim olamıyor ama kötülük de hakim olamıyor. Yaşam iyilik ve kötülüğün savaşıdır. Vazgeçtiğimiz an kötülüğün çağı başlar. Vazgeçmemek o nedenle çok önemlidir. Erdemi savunan biri olmalı ki bir sonraki nesle devredebilelim.

Erdemlilik sözleşmesi

Bizi ekmeğe muhtaç edip bize ekmeği çalmayı yasaklayanlar tarlayı, fırını çalmış. Hatta ülkemi, anavatanımı çalmışsın. İşte buna itiraz edemezsin diyor. Kürdistan diyemezsin diyor. Çünkü erdemlilik sözleşmesinin kuralları geçerli değil, güç geçerlidir. Biz erdemliliği savunuyoruz ve daha ilk günden erdemliliği savunduğumuz için kazandık zaten. Davanın sonucu belirlemeyecek kazananı. Biz iyiliği ve doğruluğu savunduğumuz için daha ilk günden kazandık. Bunun da bir bedeli var ve bunu ödemeye devam ediyoruz. En büyük hırsızlar bankacılardır ya en büyük hırsızlar o yüzden her zaman devleti yönetenlerdir. Cezaevlerinde büyük hırsız bulamazsınız, onlar küçük hırsızlardır. Karnını doyurmak için, ailesini geçindirmek için çalmıştır. Kendisine ait olanı almak için yanlış bir yol seçmiştir. Hırsızlığı meşrulaştırmayalım ama gerçek budur.

Dünyanın en büyük teröristleri emperyalistlerdir. ‘Ben bu teröristi bırakmam’ diyenler emperyalistlerle sarmaş dolaş değil mi? Amerika’nın, İsrail’in yaptıklarını saymayalım. Sonra bunlar kameraların karşısına geçip masum halkı terörist olarak ilan ederler. G-20 katiller zirvesidir, BM öyledir, Netanyahu katildir, Hamas katildir ama Filistin halkı, İsrail halkı, Kürt halkı mazlumdur. Halkların diline ve kültürüne el koyanlardır katil olanlar, biz değiliz. Biz sadece halkımızın onurunu ve kimliğini savunduk, halkımızın kendi topraklarında insanca yaşama hakkını savunduk.

Buradaki hangi Türk ve Kürt arkadaş kimin hakkına el koydu? Devleti de yönetmedik. Gültan ablayı yolsuzlukla, Türkçe tabelaları belediyeden sökmekle suçlayabilir misiniz? Burada Türkçe konuşulamaz diye suçlayabilir misiniz? Hayır ama ben size binlerce böyle faşist belediye başkanı sayabilirim. Kesk u sor u zeri söktüler, trafik lambalarını yasakladılar. Kim suçlu? Kimin tavuğuna kış dedik? Vatan bizim, toprak bizim, emek bizim. Ankara’yı mı işgal ettik? Gelip orada halkın dilini, kültürünü, inancı mı yasakladık? Türkler işgale karşı çıktılar mı? Yunanlılar, İngilizler vardı ve Türkler buna karşı direndiler. Kürtler direnince neden terörist oluyor? Üstelik siyasetle, lafla direnmiş. ‘Bu kadarı bile senin için ölüm fermanıdır’ denildiği an erdemlilik sözleşmesi bitmiştir. Yalan, iftira budur. Bize yönelik tarihi ve güncel yalanların kaynağı budur, saf kötülüğün kaynağı budur. Daha büyük kötülük nasıl yapılabilir dediğimiz an devreye giren budur. Arkadaşlarımız suçsuz yere tutuklu, bunu bilmeyen mi var?

Kıyamet kopuyor mu?

Dini sömürenler, Allah’ı kandırdığını düşünenler secdeye giderken Allah’ı düşünmüyorlar. İddia ediyorum; secdeye giderken ihale düşünüyor. İşte bunu sağlayabilmesi için de hepimizin içeride kalması lazım. Gezi Direnişi tutuklularının içeride kalması lazım. Çünkü sözleşmenin

ihlal edildiğini, buna karşın kıyamet kopmadığını göstermek istiyorlar. Neden AİHM kararı uygulanmıyor, neden AYM kararları uygulanmıyor? Niye arkadaşımız (Can Atalay) bırakılmaz? Çünkü AYM kararı uygulanmayınca kıyamet kopmaz. ‘Biz daha çok yapacağız bunu, yani erdemlilik sözleşmesini bozuyoruz, size bir şey olmaz yandaşlarımız’ diyorlar. ‘İhale almaya, 5 maaş almaya devam edeceksiniz. Kıyamet kopuyor mu, hayır. Sizinle aramızdaki bağ Anayasa değil, para akışı devam ediyor. Anayasa ihlal edildi diye isyana paniğe gerek yok. Bunları yapmaya devam edeceğiz, haberiniz olsun’ diyorlar. Mesele Can Atalay değil. Daha çok ihlal yapacaklar. Yasalarla, Anayasaya aykırı ihlaller yapmaya hazırlanıyorlar. İşte Gültan Kışanak 7 yıldan fazla tutuklu. CMK’da yazıyor en fazla 7 yıl kalabilir. Kalabilir, isyan mı edilecek, aman. İslam inancına göre ölen kişi, cemaatle cenazeye gider ve cemaat dağıldıktan sonra başı taşa değdiğinde öldüğünü anlar. O günkü toplum da sıra kendisine gelince öldüğünü anlayacak. Ama günü gelince mutlaka iyilik hakim gelecek ve hep denildi ya dünya iyiliğin yüzü suyu hürmetine dönüyor, biz de iyilik kazansın diye burada direniyoruz.

Adaleti çıkarırsanız sizden hukukçu olmaz, kasap olur kasap. Hepimiz yoksul çocuğu olarak okuduk ve hakim, savcı, avukat olduk. Zenginlerin çocuğu hakim, savcı olmaz. Bakın babam 7 çocuğunu okuma yazma bilmemesine rağmen okuttu. Hepinizin babası, annesi öyle. Annem gece yarısına kadar başkalarının elbiselerini dikti. Bizi okutmak için yaptı bunu.

2 Ocak 2024 - Öğleden sonra

İki ayrı halkın tarihinden, iki ayrı halkın sosyolojisinden bahsediyoruz. Son 100 yılda Kürtler ne yaşıyordu, Türkler ne yaşıyordu, neden tarihlerimiz birbiriyle çatışıyor, bugün nasıl bunları çatıştırmadan düzenleyebiliriz bunları anlatacağım. Kürtlerin tarihi anlatılmıyor. Kürtlerin tarihi, yaşadığı acıları bilinmez. Bir Kürtler bir de onları yakından takip eden dostları bilir. İnkilap tarihi kitaplarında birkaç yerde Kürtlerden bahsedilir, o da zararlı cemiyetler olarak. Kürtlerden hiçbir yerde iyi bir şekilde bahsedilmez” dedi. 1514’teki Çaldıran Savaşı ile birlikte Kürtlerin coğrafyasının ikiye bölündüğünü anımsatan Demirtaş, “Kürt tarihinde de tartışmalı bir kişilik olan İdris-i Bitlisi hem Yavuz Selim’e danışmanlık yapar hem de savaşın akıl hocalığını yapar. Çaldıran Savaşı Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanır ve Kürdistan coğrafyası de facto olarak ikiye bölünür. Daha sonra bunun resmileşmesini 1639’daki Kasrı Şirin Anlaşmasıyla görürüz. Ama aşağı yukarı 1514 yılından beri Kürdistan coğrafyasının 3’te biri İran Safevi Devleti’nin sınırları içerisindedir.

Kürtler bütün yaşadıklarını yazılı tarihle değil ama sözlü tarih ve dengbejler yoluyla bugüne taşımıştır. Kürtlerin hafızalarında o dönemler dahil her şey canlıdır. Mir Bedirxan, Osmanlı tarafından baskıya uğrar. Mir Bedirxan ihanete uğrayarak yenilgiye uğrar. Mir Bedirxan dönemi Kürt-Kürdistan tarihi açısından önemlidir ve kimi fezlekelerde geçtiği için değineceğim. Bedirxan Beyliği ortadan kaldırılırken Kürtçe, Kürdistan yasaklanmıyor. Bununla Kürtler kendi örgütlenmelerini korur ama verdikleri zarar çok daha büyüktür. Bugünkü koruculuk sistemine benzer. Kürt aşiretleri Hamidiye Alayları eliyle birbirine zulüm uygular. Hamidiye Alayları Kürdistan tarihinde olumsuz bir role sahiptir ama bunu olumlu bulan Kürt İslamcılar da vardır. Ben olumlu bulmuyorum.

1925

1514’te fiilen ikiye bölünen Kürdistan coğrafyası 1916’daki Sykes-Picot Anlaşması ile dörde bölünür. Kürdistan’ın bölünmesi emperyalistlerin bize armağanıdır ki daha sonra kendi hatalarımızla bu sorunu büyüttük. Kürtler Türklerle birlikte hareket etmemiş olsaydı kaderimiz

nasıl olurdu bilemiyorum. Birlikte hareket etmeyi seçtiğimiz için bugün bu trajedi yaşanıyor. Lozan Anlaşması’ndada Kürtlere yönelik hükümler yer almaz, Kürtlere dair herhangi bir hüküm yoktur. Çünkü İsmet İnönü ‘Ben Kürt ve Türk halkının temsilciyim’ der. Kürt mebuslar bunu teyit ederler. Lozan Anlaşması bir başarı olarak görülür.

1925 çok önemlidir, Türk-Kürt ilişkilerinin önemli bir kırılma noktasıdır. Yeni tarih yazımında Kürtler arkadan vurdu yazımına kadar giderler. Burada kandırılan Ankara değil Şeyh Said ve arkadaşlarıdır. Hepsi halifeliğin devamı için savaştılar, hepsine özerklik sözü verildi. Bunlar tarihi gerçekler. İki ayrı anlatı ve iki ayrı duygu kırılması var. Biri için vatana ihanetle suçlanan, öteki için kahramandır. Sabah anlattığım tehlike kodları Kürtler için başka, Türkler için başkadır. Ağrı İsyanı da kanlı bir şekilde bastırıldı. Zilan Deresinde Kürtler katledilir ve orası uzun süre yerleşime kapatılır. 1930’da Ağrı İsyanı başlatılırken Barzani öncülüğünde Irak’a karşı isyan başlar.

Şeyh Said İsyanına karşı yapılan katliam Sünni Kürtler için, Dersim Katliamı Alevi Kürtler için kırılma noktasıdır. Dersim bir isyan değildir, orada bir isyan hazırlığı da yoktur. Dersim bir ilin ismi değildir, bir bölge adıdır. Kürt Aleviliğinin yaygın olduğu bir bölgedir. Dersim Kürtler için de Aleviler için de özgündür. Dersim bölgesi özerktir ve oradaki katliamın nedeni bu özerkliği dağıtmaktır. Ocak örgütlenmesiyle toplumsal sorunlar çözülür. Dersim Katliamı ile ocak sistemi dağıtılmaya çalışılır. Katliam emri İsmet İnönü tarafından verilir.

Musul’da içinde Kürtlerin de olduğu bir grup tarafından Türklerin katledilmesi [49’lar Davası] duyulunca, Ankara’da siyasetin havası gerilir ve orada öldürülen Türkmen kadar Kürt öldürülmesi CHP’li bir milletvekili tarafından teklif edilir. Orada katledilen Türkmen kadar Türkiye’de Kürt’ün katledilmesi teklif edilir. Bütün o sessizlikten sonra Kürtler o dönemde Türkiye Kürtleri olarak imza toplar. Bu, uzun yıllar yaşanan sessizlikten sonra Kürtler adına atılan ilk imzadır. Çünkü Dersim ve Ağrı katliamlarından sonra Kürtlerin asimile edildiğine inanılır. Ankara’da tartışmalara sebep olan bu dilekçe sonrasında aralarında Ape Musa’nın da olduğu 50 Kürt ileri geleni, öğrenci, aydın tutuklanır. Biri yargılama başlamadan hayatını kaybeder ve olay 49’lar Davası olarak tarihte yer alır. Yargılamalar uzun sürer. En son zamanaşımından dava düşer. Bu dava Kürtlerin hafızasında önemli yer bırakır. Onların tek suçu imzaladıkları dilekçeye ‘Türkiye Kürtleri’ yazmalarıdır. Ankara’nın tüylerini diken diken etmiştir bu tabir.

HEP’in kuruluşu

90’da HEP kurulur ve Kürtler haklarını demokratik mücadele yoluyla kazanacaklarına inanır. Bu, Kürtlerde büyük coşku yaratır. 18-19 yaşındaydık, Vedat Aydın’ın katledilmesi benim politize olmama neden oldu. Vedat Aydın’ın cenazesinde ben de vardım. Vedat Aydın’ın katledilmesi benim ve Kürtlerin hafızasında önemli bir başka kırılmadır.

Yaşasaydı bugünkü Kemalizm’i herhalde Mustafa Kemal’in kendisi bile tanımlayamazdı. Cumhuriyetin kuruluş döneminde faşizm ve komünizm revaçtaydı. Türklük de o mertebeye çıkarılmak isteniyordu. O yüzden hep İtalya ve Sovyet Rusya’ya ziyaretler yapılır. Kadro diye bir doktriner dergi çıkarılır ve o dergide faşizm övülür. Türklüğün tanımı koşullara göre değişir. Bazen herkes Türk’tür, bazen sadece Türkler Türk’tür, bazen Kürtler Türk’tür, bazen Kürtler Kürt’tür, bazen Kürtler yoktur. Bazen bütün dünya Türk’tür, bazen Kıbrıs ve Azerbaycan Türk’tür. Duruma göre, ihtiyaca göre değişen pragmatist bir Türklük tanımdan bahsediyoruz. Kemalizm’in hiçbir şekilde toplumda tam olarak yer edinemedi ve ordu da bu nedenle on yılda

bir darbe yaptı. 1980 Darbesi bütün kurum ve kuruluşları ile bugün de devam ediyor. Sol da vatan haini olarak beyinlere pompalandığı ama bu büyük bir yalandır. Solun hataları vardır ama hiçbir zaman vatan haini değildir. Bu halk için her zaman en büyük bedeli ödemiştir. 1980 Darbesinin asıl hedefi soldur. Kemalist devrim yaptığını iddia eden Kenan Evren, Alevi köylerine camiler inşa ederek ve pek çok benzer uygulamalarla solun yerine İslamcı bir anlayışı yerleştirmiştir. Bu darbe Kemalist bir darbe değil yeşil İslamcı bir anlayışın sonucudur. Bu darbe henüz bitmiş değildir. 1980 Darbesi bütün kurum kuruluşları ve zihniyeti ile devam ediyor. Türk ve Kürt devrimciler 20’li yaşlarında dünyayı sarsacak teoriler yazdılar, pratikleştirdiler, asıl onur budur. Kürtler sindirilir, Aleviler sindirilir, solcular sindirilir. Cumhuriyetin 3 temel tehdidi sindirilir. Ne zamana kadar, 68’e kadar, öğrenci hareketleri başlayana kadar. CHP’nin kafası Cumhuriyetin başından beri karışıktır. Halen de böyledir. Ortanın solundan ortanın sağına kadar savrulur durur.

Sol

Deniz Gezmiş ve arkadaşları Hüseyin ve Yusuf vardır, Mahir Çayan vardır. Kürt hareketinde Mazlum Doğan 24 yaşındadır. İbrahim Kaypakkaya 24 yaşındadır. Bunların hepsi büyük teoriler yazarlar. O yıllarda Türkiye’nin 20’li yaşlarındaki gençleri dünyayı sarsacak teoriler yazdılar ve bunları hayata geçirmek için pratiğe geçtiler. Sonrasında sol kendi içerisinde fraksiyonlara ayrıldı, paramparça oldu. Ancak o döneme damgasını vuran gençler bugün halen Türkiye sol sosyalist hareketinin öncülüğünü yapıyorlar. TİP’in varlığı Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, bunların Kürt hareketiyle ilişkileri kendi içlerinde kıpır kıpır bir tartışma yürütürler. Belki iktidara gelemiyorlardı ama Türkiye’deki vicdanı bozulan erdem sözleşmesini yeniden kurmaya çalışan en önemli düşünce akımlarıydı bunlar. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli yeniden sol ve sosyalist tartışmaları topluma taşımaya çalışmanın yanı sıra Cumhuriyetin hatalarıyla yüzleşmeye de çalıştı. Bu Türkler için ilkti. Mahir Çayan, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını en net ifade eden öncülerden biridir. İbrahim Kaypakkaya aynı şekilde. Bunlar Türk halkının değerleridir. Bunları bugün terör örgütleri diye anıyorlar. Asıl bunlara kıymet vermelidirler. Topal Osman’ı anacağınıza bunları anın diyeceğim ama nereden anlayacaklar. Bunlar anti-emperyalistçilerdi, Kürt halkının dostlarıydılar. Kürt halkı olarak geri dönüp baktığımızda o dönemde anlaşılmayan şeyin ne olduğunu çok iyi anlıyoruz. Kaypakkaya 24 yaşında Kürtlerin tarihini Kürtlerden daha cesur sahiplenebiliyordu. Deniz Gezmişler idam sehpasına giderken ‘Yaşasın Kürt ve Türk halkının kardeşliği’ diye slogan atabiliyorlardı. Onların takipçileri bugün bizimle HDP’de siyaset yürütüyorlar. Maalesef sol, 1980 Darbesinden sonra uzun yıllar kendisine gelemedi. Nasıl ki Kürtler demokratik siyaset yapmaya çalıştıysa, sosyalistler de bu yolda çok sayıda parti kurdu. Örneğin ESP İslamcılardan çok daha sert ve net bir şekilde 28 Şubat Darbesine karşı tavır sergiledi demokrasiyi savunmak adına. Bütün bu onurlu insanlar bu mahkemelerde yargılandılar, işkencelerde katledildiler ama geri adım atmadılar. Bugün bizimle birlikte hareket ediyorlar, çünkü ortak ve onurlu yaşamın ancak böyle mümkün olduğuna inanıyorlar. Bu bizim için büyük bir onur ve gururdur. Onlar bizi gururlandırdılar, biz de ortak mücadeleden vazgeçmeyerek onların emeğine ve tarihsel mirasına saygılıyız.

Bir halkın çözüm istemesi nasıl suçlama konusu yapılabilir? Hakkımızda hazırlanan fezlekelerin tamamı siyaset yapma hakkımıza. 10 no’lu fezlekede ‘Kandil’de örgüt yöneticileri ile fotoğraf çekme’ suçlamasıyla karşı karşıyayım. Propaganda amaçlı değildi. Barış sürecinin ciddiyetini, olabilirliğini göstermek amacıyla yapılan sosyo-psikolojik bir çalışmaydı. Türkiye’de artık silahların susacağını göstermek için çekilmiş bir fotoğraftı. Bir diğer fezleke

demokratik çözüm çadırıdır. Bir halk çözüm istiyorum diyor diye nasıl suçlama konusu olur. Bu sabahtan beri anlattığım trajedinin bir başka örneğidir. Ortada bir suç yok, hakkı ihlal edilenler Kürtler.

Türklerin ve Kürtlerin hafızası başka aktı

Bu fezlekeler ifade özgürlüğüne, demokratik eylem hakkına müdahaledir. Bir diğer fezleke gerilla cenazesine ilişkin. Katılmadığım bir eylem ama kumpasın bir parçası olarak buraya sıkıştırılmış. Bu fezlekelerde direniş dediğimiz her şeyin altını çizmişler. Direniş eşittir terör. Bizim jargonumuz farklı, tarih bilincimiz farklı, kullandığımız kavramlar farklı. ‘Barış için direniyoruz. Bu savaşı bitireceğiz, bunun için direneceğiz’ demişiz bunun altını çizmişler. Ben Diyarbakır İHD Başkanı iken İl İnsan Hakları Kurulu kurulmuştu. Vali kurulun temsilcisiydi. Orada yaptığım konuşmada İHD örgütleri dedim diye sözümü kesti Vali, ‘Örgüt demeyin, başka bir şey deyin’ dedi. Abdülhamit’ten beri böyle. Burun kelimesini bile yasaklamıştı kendisi. Biz direniyoruz, hapiste direniyoruz, parlamentoda direniyoruz. Zulme karşı direniş haklıdır, meşrudur. Sen gece gündüz Gazze için direniş çağrısı yapıyorsun, hilafet çağrısı yapıyorsun. O niye suç değil? Biz özerklik isteyince niye suç? Onlarınki barışçıl ise bizimki de barışçıl. Türklerin ve Kürtlerin hafızası başka aktı. Yüz yılda iki ayrı korku ve travmaya sahip halk, aynı ülkenin çatısı altında mecburlar, mahkumlar ve aynı zamanlarda cezalılar. Bizim için ceza gibi ama Türkler için de ceza gibi. Başka bir çaremiz de yok. Türk Devletinin Kürtlere bakışı şöyle: Ya benimsin ya kara topraksın. Slogan yasak, pankart yasak, siyaset yasak, sivil toplum örgütü yasak. Dağa gidince terörist. E siz dik alasını yapıyorsunuz. Şeriatı da hilafeti de savunanınız oluyor. Biz de hakkımızı kullanıyoruz. Bize izin verseniz ölümleri engelleyeceğiz.

Parlamentoda Kürtçe ve Süryanice konuşulmasını engellemek ırkçılıktır, faşizmdir. Süryanice bile konuşturmadılar. 2023 yılından söz ediyoruz, utanç verici bir şey. Özür dilenip el üstünde tutulması gereken inançlar, halklar bunlar ama utanmadan hala onlara hakaret ediyorlar. Yahu bunu alkışlamanız gerekiyor. Bunu yapması gereken adam, ırkçı faşist hezeyanlarla Süryanice konuşanı kovmaya çalışıyor. Anlattığım şey 1800’lerden değil. 1800’lerden anlatmaya başladım. Bitmiyor aynı zihniyet, devam ediyor. Bunu yapan kim, en zengin milletvekili. Kürtçe, Süryanice iki kelime tahammül edememenin adı faşizmdir, ırkçılıktır. Bu fezlekeler işte bu zihniyetle hazırlanmış. Savcının bu fezlekeyi fırlatıp atması lazım. Ama ne yapıyor, kabul ediyor. Ey Savcı, sen kimsin ya! Ben anavatanımda, Kürdistan’ın kalbi Amed’de bunları konuşmuşum, sen fezleke hazırlamışsın!

Hepimiz Erdoğan’ın hayranı mı olacağız? O zaman biz biz olmayız, onurumuzu kaybederiz. Kürt sorununun bir tek çözüm yolu var o da Kürt’ün olduğu gibi kabul edilmesi. Türk neyse o, biz Türk’e şekil vermeye çalışıyor muyuz? Bunu yapma hakkımız da yok, böyle bir zihniyetimiz de yok. Türk, Fatih Sultan’ı anmasın, anarsa savcı soruşturma açar. İstanbul Fethi’ni anmayın. Biz tarihteki büyüklerimizi andık diye yargılanıyoruz. Qazi Muhammed’i andık diye suçlama yapılmış. Kürtler kutuplarda halk elde etse bile ona karşı çıkarlar. Bir iglo yapsa Kürtler ve Kürtlerin evidir dese, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kutuplara nota verir. Bahçeli der ki ‘Derhal tuzla buz edilmeli. Omuz üstünde baş konulmamalı. Türk’ün gücü gösterilmelidir’. Yapılmadı mı?”

“Türk’sen övün, değilsen itaat et”. Yüzyılın özeti budur. Siz Türk olarak övünüyor musunuz bilmiyorum ama biz Kürtler olarak itaat etmiyoruz. Birlikte yaşamaya varız ama bu zihniyete karşı sonuna kadar direneceğiz.”

3 Ocak 2024: Türkiye’ye en uygun model demokratik özerkliktir

Dün savunmamı ‘kendini bil’ desturu üzerine kurmuştum. Bugün yine savunmamı ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ temeli üzerine oturtmak istiyorum. Çok kısaca gerçekliğin göründüğü gibi olmadığını size açıklayayım. Öncelikle duyularımız ile elde ettiğimiz veriler beynimize ulaşır ama dış dünyada olan biten her şeyi ne alabilecek duyularımız ne de beynimiz var. Yüzde yüz çalışsa bile bir saniyelik temasta bize dönük akan verilerin bir saniyesinin tamamını alamaz. O nedenle dış dünyaya dair gerçeklik algımız son derece sınırlıdır. Birey olarak iç dünyamıza ve kainata dair bilgimiz sınırlıdır. Biz kendimizi kralı olarak görürüz, insan kendini dünyanın merkezi olarak düşünür ama dış dünya, veriler, bilgiler ve bilimsel işleyiş göz önünde bulundurulduğunda bir noktadan ibaretiz. Çoğu zaman sosyal ve toplumsal olayları incelerken çoğu şeyi algılayamayız. Şöyle tarif edeyim. Herhangi bir nesneye bakıyoruz, ısısını hissediyoruz, nano saniyede bile veri akıyor beynimize. Şu anda heyete bakarken, ekrana bakarken gerçek bilgilerin trilyonda biri bile değildir.

Ben savunmaya başlarken bile edindiğim bilgi şurada gördüğüm bilgi ile sınırlı kaldı. Çok sınırlı bilgi beynime ulaştı. Bu sınırlı bilginin tamamını da alamadım. Bu ortamın fiziki koşulları, kimliğim, yetiştirilme tarzım hepsi bir elek görevi gördü ve gerçek bilginin çok az bir kısmının beyne ulaşmasını sağladı. Bizim, ‘kainat bilgisine sahibiz’ gibi bir iddiamızın olmaması lazım. Bilgi akışkandır, değişkendir. Biz bu verilere asla tamamıyla hakim olamayız. Gördüğümüz şeye hakikat deriz, bilgi deriz ama mutlak değildir. Doğada renk sadece ışıkta var. Ama biz dünyayı renkli görürüz. Şu anda biz renk görebiliyoruz çünkü ışık var. Her elementin ışığın frekansına göre yansıması farklıdır ve bu şekilde oluşan rengi görürüz. Biz her şeyi renkli görürüz, oysa hiçbir şey renkli değildir. Her şey renksizdir. Sadece ışık renk oluşturur. Bu iki bilgiden yola çıkalım şimdi. Sosyal ve toplumsal olaylara ışıksız bakarsanız gördüğünüz her şey yanlıştır. Bugün savunmada değineceğim meseleler de böyledir, gerçeğin çarpıtılmış halidir. Herkes kendi çapında ulaştığı kanaattir. Hendek meselelerinde de böyledir. Bu davada da böyledir. Heyetinizin, bizi yargılayan devletin, hükümetin ve medyanın gördüğü gerçeklik gerçeklik değildir.

Barikatlar, hendekler kazıldı, çatışmalar yaşandı. Bunları Demirtaş da savundu, öyle mi? Değil. Biz kendi iddiamızı, iddianamemizi ortaya çıkaralım. Biz suçlu değiliz. Başka suçlular var. En başta suçlama konusu yapılan demokratik özerklik nedir onu anlatarak başlayalım. Biz kafadan mı uydurduk bunu? Seçim beyannamelerimizi hatırlatmak istiyorum. Örneğin Demokratik Toplum Partisi (DTP) 2010 yılında bir tutum belgesi yayınladı. Başlıklardan bir tanesi demokratik özerklikti. Uzun uzun okuyayım size ama temelinde halkın karar sürecine katılımını savunur.

Demokratik özerkliği hep savunduk

Kapatılan veya değişen tüm partilerimizin savunduğu ve programlarında yer alan hususlardandır. Partimiz kapatıldı ama bu hususlar kapatılma gerekçesi olmadı. Barış ve Demokrasi Partisi sonra kuruldu. DTP’nin seçim beyannamesini köy köy, mahalle mahalle dağıttık 2014 seçimlerinde. Kampanyamızın sloganı bile ‘Demokratik Özerklik ile Özgür Kentlere’ idi. Bu sloganımız yasaklanmadı, yasaklanamaz. Ne de illegalize edilmiş. HDP’yi kurduk. Programını açıp size okuyayım. Bu partimizde de demokratik özerklik kısmı var. Kadın çalışmaları da özgün bir başlıkta yer alıyor. 7 Haziran seçim beyannamesinde de aynı şekilde

yer alıyor. 7 Haziran’dan sonra yapılan 1 Kasım seçimlerinde de anadil, kadın başlığı ve özerklik başlığı yer alıyor. Ne demek istediğimizi seçmene anlatmışız.

Demokratik özerkliği bugüne değin hep savunduk. Sistematik bir biçimde hiçbir taviz vermeden bir düşünceyi siyasi program olarak savunmuşuz. Kadın çalışmalarını, anadil çalışmalarını da savunmuşuz. Partimizin bütün programlarını tüm aşamalarda seçmene vaat etmişiz. Merkezi iktidara gelirsek gücümüz ile yapacağız. Çok sayıda çalıştay yapmışız bu konuda. Dolayısıyla özerklik fikri bir anda ortaya çıkmış, barikat-hendek ile ortaya çıkmış bir şey değildir. DEM Parti programında da vardır. Dolayısıyla özerkliğin terör faaliyeti olarak görülmesi doğru değildir. Şimdi bu hendek-barikat dönemine dönelim. Orada bir terör mü var, yoksa terör mü estirilmiş birlikte bakalım. Ayrıca devlete beğendirmek zorunda da değiliz. Biz halka konuşuruz, devlete konuşmayız.

Özerklik bir yönetim biçimidir

Özerklik bir yönetim biçimidir ve savunulması bölücülük değildir. İnsanlar bağımsız Kürdistanı da savunabilir ki bu da suç olamaz. Nedir demokratik özerklik? Bir yönetim modelidir. Başka bir parti başkanlık sistemini önerir. Bir başkası parlamenter sistemi önerir. Bunlar hepsi fikir düzeyinde tartışılır. Faşizmi oylamaya götüremezsiniz, ayrımcılığı ve kadın düşmanlığını sunamazsınız ama devlet mimarisi için modelleri sunarsınız. Mesela başkanlık sistemini önerenler ve hayata geçirenler serbest, bir başka modeli savunmak ise suç. Neden?

Çünkü Abdullah Öcalan da PKK de özerklik demiş.

Eğer beni duyuyorsa Abdullah Öcalan’a da çağrı yapmak istiyorum. Bence iki kere iki de dört eder de demeli, hayata dair her şeyi söylemeli. Çarpım tablosundan da çıkarılacak mı görelim. Bir fikrin hayata geçme biçimi önemlidir. Eğer şiddet ile hayata geçirirseniz suç olur. Bugün kullandığımız bilimin ve teknolojinin çok büyük bir kısmı Yahudiler tarafından kazandırılmıştır. Şu anda Yahudilerin şirketlerini falan protesto ediyorlar ya bence yerçekimini protesto etsinler. Kuantumu tanımayın ya da uzayı tanımayın. Bir bakalım ne olacak. Mesela asansöre binmeyin, gavur icadıdır. Önünüzdeki mikrofonu icat eden kişi Türk’e karşı olan biri olabilir mi bilmiyorum ama örneğin onu da kullanmayın. Telefonu örneğin kullanmayın.

Bir başka şey ile devam edeyim. Hilafeti savunmak, şeriatı savunmak suç değil. Bence de ifade özgürlüğüdür, kesinlikle savunabilirler. Bunu hileyle, suçla isteyenler yapamazlar. Kürtler 100 yıl sonra bir fikir gerçekleştirmişler, anlatmaya çalışıyorlar. Bırakın Meclis’te, basında anlatmamızı, hakimlere karşı savunmak zorunda kalıyoruz. İşte bunun adı Kürt sorunudur. Bugün İstanbul’un ortasında hilafeti savunabilirim, başım okşanır ama Kürtlerin savunduğu bir modeli savunamam.

Peki, nasıl bir arada yaşayacağız? Anayasa herkes Türk’tür diyor. Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz diyor. Geriye kalan hiçbir dil anadil değildir diyor. Ortak tarihimiz vardır diyor. Orta Asya’dan geldik, kurt asenadan bugüne destanlarımız vardır diyor. Bizi millet yapan ortak değerlerimiz vardır diyor. Bunlar dayatılıyor. Örneğin Topal Osman’dan kıvanç duymalıyız. Bunlar olursa tek dil, tek bayrak, tek millet olarak yaşamak mümkün. İyi de biz bu elbiseye sığmıyoruz. Sığmamız için itiyorlar ama sığmıyoruz. Türkiye’nin yarısı sığmıyor. Olmuyor niye zorluyorsunuz? Bir Çerkes Türk’üm diyebilir bir Ermeni de diyebilir onu suçlayamayız. Problem de yok burada. Ama Türk değilim diyenler konusunda sıkıntı var. Türk’üm diyenlerin başımızın gözümüzün üstünde yeri var. Kimseye bir şey diyemeyiz. Ben ne olacağım, ben Kürt’üm dediğimde ne olacak? Sorum budur. Devlet şu anda bizi bölücü,

terör, işkence, sürgün parantezine oturtuyor. Ben Kürt’üm, sosyalistim, Boşnak’ım, Çerkes’im diyenler ne olacak? İşte demokratik özerklik bunun için bir çözüm önerisidir. Anadolu, Mezopotamya, Trakya’sı ile çok kimliklidir. Sosyolojik birliğini hiçbir zaman sağlamamıştır. Buna yeltenenler katliamlar yapmıştır. Ancak hiçbir zaman tek dil, tek millet olamamıştır.

20 bin yılda burası tek kimlik olmadı

Yaşama en elverişli yer burası. Zaten insanlık buradan yayılmış. Kuzeye göç edenlerin teni açık kalmış. Güneye indikçe yoğun güneş nedeniyle oradaki canlıların yaşayabilmesi için tenleri giderek koyulaşmıştır. Ama ilk medeniyet burada kurulmuştur. Kurulduğu yer Mezopotamya Havzasıdır. 20 bin yıl önce dünyanın merkezi burasıydı. Ama asla, hiçbir zaman tek dil, tek kimlik olmadı. Anadolu coğrafyasını tek dil ile yönetemezsiniz.

Tek adam ile yönetemezsiniz, tek millet ile yönetemezsiniz arıza çıkar. Kimseye kabul ettiremezsiniz. Duruşma salonunda bulunanlara kabul ettirirsiniz belki. Milyonlarca kişiye, halka kabul ettiremezsiniz. İsyan ederler. Ne lazım bize o zaman, yeni bir model lazım. Kürt halkı, siyaseti ve hareketi yıllarca bunu tartıştı. 100 yıldır bunu tartışıyor. PKK bunun son halkasıdır. Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. Birlikte yaşamak istiyoruz mağdurlar olarak ama muhatabımız yargıçlar, hakimler oluyor. Bu bir sorun işte. Adı da Kürt sorunudur.

Neden Türkiye için en uygun model demokratik özerkliktir? Yerelin ihtiyacı her zaman farklıdır, acildir, hızlıdır. Bu talepler de sürekli değişir. O yüzden dünyada bütün ülkeler yerel yönetim modellerini uygulamak zorundadır. Oysa en çok ihtiyaç duyan coğrafya burasıdır. Herkesi demokratik ilkeler çerçevesinde yönetime dahil etmektir. Herkes bu devlet, bayrak benim diyebilsin diye. Küçük bir elit grup ya da tek adam yönetirse kutuplaşma oluşur. Dikkat edin Kürtler ve Türkler şeklinde de kamplaşma oluşmuyor. İktidar ve muhalefet olarak kamplaşma oluşuyor. İkiye bölünür. Bir belediyemiz vardı bu modeli uygulayacak ama kayyım atandı. Muhtarlara bile kayyım atandı.

İkinci, üçüncü resmi dilin kime ne zararı var?

Herhangi bir yerel yönetim mekanizması diğerine baskınlık, büyüklük taslamaz. Görevleri eşit olmalı ve Anayasada bu eşitlik sağlanmalı. Kimliğe dayalı olmamalı. Bunu biz öneriyoruz. Örneğin federal bir bölge de önerilebilirdi ya da bağımsızlık. Ancak Türkiye’de de demokrasinin gelişmesini istiyoruz. Bu siyaseten de doğrudur ama en çok ahlaki olarak doğrudur. Onun için de demokrasi istemek zorundasınız. Yozgat’ta demokrasi olmaz ise biz rahat edemeyiz. O yüzden geniş bir uzlaşma ile Türkiye’de bunu sağlamalıyız. Bunu savunuyoruz.

Genel adalet, güvenlik, sınır güvenliği ve diğer politikalar merkezi parlamentoda olmalı. Yerel meclislerin aldığı her karar Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olmalı. Tabii özgürlükçü bir anayasadan bahsediyorum. Bunlar seçimle gelmeli ve seçimle gitmeli. Belediye meclisi ile halk meclislerinin ayrı olması gerekiyor. Vali seçimle iş başına gelmeli. Bütün özerk bölgelerin resmi dili Türkçe olmalı ama her bölge hangi kimlikten olursa talep olması halinde ikinci ve üçüncü resmi dili kullanabilmeli. Türkçenin yanında Trakya, Boşnakça resmi dil olarak kabul etmek istiyorsa bunun kime ne zararı olabilir? Örneğin Kürdistan’da Kürtçenin ikinci üçüncü resmi dil olmasının kime ne zararı olur? Hindistan’da onlarca resmi dil var. Avrupa’nın pek çok ülkesinde aynı şekilde resmi dil var.

Türk’ü yeniden tanımlayalım ya da Türkiyeli diyelim. Ya da istiyorsanız 100 yıl boyunca Kürt diyelim. Türk’ün ne olduğunu Anayasa’da tanımlayalım. Diyelim ki bu anayasa bütün etnik kimliklerin, dillerin ortak anayasasıdır. Bütün yerel ve merkezi yönetimlerin ortak anayasasıdır. O zaman bu sorun olmaz. Bu mümkün mü? Türklüğü bir etnik kimlik olarak çıkarıp bu hale getirebiliriz. Türk milleti diye bir millet var. Tarihi var. Bunlar kalsın. Tekçi ulus değil çok kültürlü ve dilli bir ulus olabilir. Biz buna demokratik ulus, özerklik diyoruz. Sivil demokrasinin gelişmesi için bölge meclisleri, köy meclisleri kurulabilir. İnsanlar mescide gidiyor, cemevine gidiyor. Aynı şekilde bu meclislere de gider, kendi arasında seçim yapar, kararlarını bir üst meclise götürür ve taleplerinin karşılığını alır. İnsanlar birbirleri ile temas ettiği için, yüz yüze olduğu için doğrudan demokrasi gelişir. Halk kendisini yönetmeye başlar. Artık bir mahalleye kanalizasyon ya da park yapılıp yapılmayacağını ancak oradaki halk bilir. Meclis veya hükümet bunun kararını veriyorsa bu yanlıştır. Demokratik özerklik yüz yıllık Kürt sorununun bitirilmesinin bir vaadidir.

Öcalan devrede olmalı

Hiçbir zaman bunu zorbalıkla dayatmadık. Eğer hükümet olsaydık referanduma götürürdük. Kürtler olarak teklif olarak sunuyoruz, 100 yıllık Kürt sorununu gelin bitirelim. Abdullah Öcalan devrede olmalı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın. İki kere iki dört. PKK’ye savaşı yürütüyorsun gidip ETA ile müzakere yürüteceksin. Böyle olur mu? Demokratik özerklik uzlaşma ile olur. Rıza üzerine inşa edilir. Silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur. Bir arada yaşamak zorla olabilecek bir şey değildir. Abdullah Öcalan’ın yapmaya çalıştığı buydu. Siyaset ve müzakere ile. Silahın özerklik ile alakası yoktur. Kim ne yapmışsa, niye yapmışsa kendisini de izah edebilir. O dönemde yaptığım konuşmalara da bakalım. Bahçeli ve Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar ve devletin müdahalesi ile ortaya çıkan sonuçlara dair konuşmalar yapmışız. Bizden istenen şuydu; hükümetin yaptığı şeylere sesini çıkarma. Bir tarafta devlet bir tarafta örgüt ise hukukun uygulanmasını devletten istersin. İnsan haklarını bir parlamenter olarak kimden beklersin? Devlet olmanın gereği budur. Devlet o dönem ne yaptı? İddianamede yok. Ondan önce biz ne yaptık onu da anlatacağım.

Yine gerçeklik burada göründüğü gibi değildir. Bir algı operasyonudur. Birkaç ilçede özerklik ilan edildi. Gençler polisin ilçelere girmesini istemiyordu. Ellerinde de silah yoktu. İlk başlarda böyleydi. ‘Gidip copluyorsunuz, baskı uyguluyorsunuz, cezaevine atıyorsunuz. Hendek kazmasın da ne yapsın?’ demişiz. O sırada henüz çatışmalar başlamamıştı. Biz o dönem heyet göndermişiz. Bugün hakkımızda atıp tutan Altan Tan ile Sırrı Süreyya, Pervin Buldan ve Hatip Dicle’yi bölgeye göndermişiz. Bölgede giriş çıkış uygulanmış. Görüşmeler yapıyoruz. Kime ulaşabildiysek bu durumun bitirilmesini istedik. Örneğin Silvan’da başladığında Nimetullah Erdoğmuş ve Altan Tan başta olmak üzere Diyarbakır Valiliğine gitti. Diyarbakır Valisi de gençlerin oradan çıkmayı kabul etmesi halinde elinden gelen ne ise yapacağını söyledi. O da dedi ki ‘Komutanları ikna etmek istiyorum’. Çatışmaları bitirmek için. Böyle bir uzlaşma sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk. Biz kendi görüşmelerimizi, onlar kendi görüşmelerini yaptı. Bir uzlaşma sağlandı ve bir akşam sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve Silvan’daki grup orayı terk etti. Dönemin içişleri bakanlığı ve valisi bunu biliyor. Aynı şeyi Yüksekova için uygulamaya çalıştık. Çünkü halk istiyordu. Ama başaramadık.

Efkan Ala çıksın konuşsun

Şırnak için bir korucu geldi. Kandil’de üst düzey kişiler ile görüştüğünü söylüyordu. Ankara’ya gelmişti. Sırrı Süreyya Önder bize söyledi. O dönem güvenlik müsteşarı Muhammet Dervişoğlu yanına gitti, ‘Bu korucubaşı bunu söylüyor’ dedi. Şırnak’ta operasyonların durabileceğini söyledi. Onlar da konuyu ciddiye aldılar ve bir gün uğraştılar. Ordunun bir kademesinde tıkandı. PKK’nin içinde de tıkandı. Biz çıkmalarını istiyorduk. Ordunun izin vermesini istiyorduk ama bunu sağlayamadık. En çok Sur için uğraştık. O dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala çıksın konuşsun. Ne kadar uğraştık? Ben Kandil’e gittim. Ulaşamadım ama aracılar aracılığıyla söz almak istedim. Oradan çıksınlar diye.

Partimiz bu doğrultuda çalışıyordu. Bir gel git yaşandı ve en son ikna oldular. Çünkü biz kabul etmiyorduk. Onların da çağrı yapacağını hükümete ilettik. Hükümetten de aynı şekilde söz aldık. Dengeli bir konuşmayla ne devlet ne da başka bir tarafı kimseyi kırmadan bir konuşma yapmaya çalıştım. Siyasetle bunu halletmeye çalıştım. Devlet benim ne konuşma yaptığımı, niçin yaptığımı biliyordu. Ancak medya öyle bir şekilde verdi ki siyasetçilerden zehir zemberek konuşmalar geldi. Efkan Ala, Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan hepsi öyle sert açıklamalar yaptı ki bir iki gün geçti ve Kandil’den daha sert bir açıklama geldi. Onlar da herhalde Demirtaş bizi kandırdı diye düşündü. Daha sonra hükümetin, devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü.

Özyönetimlere yönelik Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Hakkari’de operasyon düzenleyen komutanlar, valiler, hatta operasyonun bir numaralısı darbeden tutuklandı. Biz çözmeye çalıştıkça neden tırmandığını anlamaya çalışıyorduk. Darbeden sonra öğrendik. Çünkü darbenin önü açılmaya çalışılıyordu. Devlet, ülke bölündü bölünecek görüntüsünü yaratıp darbe yapmak istiyorlardı. Günah keçisi kim oldu? Kürtler. Gençlerde sadece silah vardı. Sen ise karşısına tank ve helikopterle çıkıyorsun. Biz o dönemde de ‘Sen nasıl böyle bir şey koyarsın?’ dedik. ‘Şehri niye yıkıyorsunuz?’ diye soruyorum, bana teröristlere arka çıkıyorsun diyorlar. Helikopterle müdahale eder mi ya küçük bir mahalleye sıkıştırdıkları bir gruba karşı. Bir devlet bunu neden yapar? Nedenleri daha sonra ortaya çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu.”

Silahların susması için çağrı yaptık

Devlet Bahçeli Nusaybin için ‘Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın’ diye açıklama yaptı. Bu şiddet çağrısı mı değil mi? Bir de size okuduğum bizim açıklamalar ile karşılaştırın. Bizim açıklamamız mı bu açıklama mı terör? Terör işte budur. Sivil gözetmeksizin orayı yerle bir etmek. Erdoğan da Bahçeli’den iki sonra açıklama yaptı. Ülkenin Cumhurbaşkanı top atışları ile vurulmasını istedi. F-16 neden kullanılmıyor diye tartışıldı. Gazze’ye yapılanın aynısı o dönemde yapıldı. Şimdi biz bundan yargılanıyoruz. Savcı Bahçeli’nin, Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun konuşmalarını niye koymuyor? Kürt halkının yaşam hakkını savunduk. İddianamedeki konuşmalarım orada duruyor. İddianamede olmayan konuşmalarımızı okuyayım size. Eylül ayında bütün bu hendek ve sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde miting yapma kararı aldık. Her yere gittik ve silahların susması için çağrı yaptık. Tek birinin burnu kanamasın diye konuşmalar yaptık. Bunlar niçin iddianamede yer almıyor? Eller tetikten çekilmeli şeklinde açıklamalar yaptık. Bunu dediğimiz için neredeyse bize küfür ediyorlardı. Müzakere çağrısı yapıyorduk ama ‘Terörist ile müzakere olmaz’ diyorlardı. Ama üç yıl boyunca yaptı değil mi?

Bakın konuşmalarımda ‘Barış için, özgürlük için direndikçe arkanızda olmaya devam edeceğim’ demişim. Bakın bu konuşmayı iddianamede bulamazsınız. Konuşmalarımızın büyük bir bölümü çarpıtılmış. Bütün çağrılarım müzakere masasına dönülmesine dönüktür. Bu

konuşmalarda da tek bir gencin silah tutmasına gerek olmadığını söylüyordum. Ben böyle dediğim sırada ‘taş üstünde taş kalmasın’ diyenler vatansever, biz ise terörist olarak gösteriliyorduk. Devlet barış istese bugün barış olur. Hemen bugün diyalog masası kurulur ve barış sağlanır. Diyalog ile sorunun çözümü mümkün iken bunu yapmıyorlar. Türk halkı bunu sormayacak mı? Ülke işgal altında, bölünme tehlikesi var yalanlarını daha ne kadar sürdüreceksiniz?

Adem Huditi, medyada Sur ve Cizre’yi temizleyen komutan olarak duyurulurdu. Aynı medya darbenin ardından ‘baş hain’ diye manşet attı. Bu adam oradaki operasyonların baş sorumlusu. Gerçekten hukuka uygun hareket ettiklerine inanıyor musunuz? O zaman parlamentonun bombalanması da yalandır. Kökü yalan. O zaman iftira atıyorsunuz bunlara. Kim emir verdi bunlara. Ahmet Davutoğlu. Ev ev, mahalle mahalle temizleyin dedi. Üç beş genci bahane ederek ilçeleri yıktılar. Karşıda bir direniş var mı o da bilinmiyor. Bakın aylarca çatışma yokken bombaladıklarını biliyorum. Bakın bir askerin itirafları var, onları da şimdi paylaşacağım. Bunların kafalarında darbe planları var. Birkaç ay sonra bir darbe planları var. Sizce kafalarında darbe planı olanlar vatanı ve milleti mi koruyorlardı?

Hem Kürt’ün evini başına yık hem de darbe yapıp devleti ele geçir

Bir devlet bunlar hiç yokmuş gibi nasıl davranır? Alnı secdeye giden duymuyor, sosyalisti duymuyor. Kardeşim siz bunları yaptınız. Bize iftira attınız. Kürt halkına zulüm yaptınız. Siviller, çocuklar ölüyor dedikçe bize terörist dediler. Aha size devletinizin komutanları. Bir kişi çıksın savunsun bakalım. Yüreği yeten çıksın savunsun bakalım. Hepsi darbeci ve tutuklu. Ama bunların işlediği suçlardan dolayı biz tutukluyuz. Şırnak’taki operasyonların komutasını sürdüren Semih Terzi Ankara’da devlet kurumlarını bastı, Kürt’ün evini mi basmayacak! Tank ile şehirlere girmişler. Öyle yıktılar. Hem Kürt’ün evini başına yık hem de darbe yapıp devleti ele geçir. Böyle bir rezillik olabilir mi? Semih Terzi darbenin bir numaraları arasında yer alıyor. Bunların bir kısmı cezalarını yattı bitirdi bu arada ama biz hala içerideyiz. Sizin Kürt’e madalya takmanız gerekiyordu. Siz de darbecilere karşı savaştınız diye ama bunu görmüyorsunuz. Ancak size göstereceğiz.

[Katledilen bebeklerin ve çocukların kanlı fotoğraflarını mahkeme heyetine göstererek] Bunları kim yaptı? Bakın anneler çocuklarını günlerce soğutucuda tuttu cenazesi bozulmasın diye. Burası Gazze değil Şırnak’ın ilçesi Cizre. Buyurun, bunların ben mi yaptım? On beş kişilik bir militan grup mu yaptı bunları? Burası da Cizre bodrumları, çoğu sivildi. Çıkarmaya çalıştık. Üçlü konferans yaptık. Karşıda Sağlık Bakanı vardı. Kafalarını çıkardıklarında ateş ediyorlardı. Cizre bodrumlarında onlarca genci diri diri yaktılar. Daha sonra ‘Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim’ dediler. O bodrumlar işte bu bodrumlar. Kürtler bunları biliyor. Bunlar insan, armut değil.

[Gazze’de katledilen çocukların ve kentin fotoğrafları ile Cizre’deki katliamların fotoğraflarını göstererek] Bunu Hamas yaptı diyebilir misiniz? Bakın biz yapmış olabilir miyiz? Ya da az önce size gösterdiğim komutanlar yapmış olabilir mi? Hangimiz daha şüpheliyiz. Biz bu halkın seçilmişleri olarak sessiz mi kalsaydık? Zulüm yok mu deseydik?

Duvara ‘Devlet geldi’ diye yazmışlar. Devlet nereye geldi, Silvan’a. Kürt’ün duvarına ‘Piçler nerede?’ diye yazmışlar ve üstüne de Türk bayrağı çizmişler. Ben Türk bayrağını bir siyasetçi olarak Kürt’e nasıl sevdireceğim? Hadi gel de sev sevebiliyorsan. Bakın bir başka duvar yazısında Allah’ı da işin içine karıştırmışlar.

Allah’ın zaferi diye yazmışlar. Halkları birbirine düşürmek için neler neler yaptılar.

Hiçbir savcı hakim de darbeden önce sen Şırnak’ta, Hakkari’de ne yapıyordun diye sormadı onlara. Biz mi halkları kışkırtıyoruz? Biz zavallı, korkak olduğumuz için mi barış diyoruz? Bunlar yüzünden 7 yıldır bizi hücrede tutuyorsunuz. Bunların işlediği suçtan dolayı Kürt’ü cezalandırıyorsunuz. Bakın burada (fotoğraf gösteriyor) Kuran’ı Kerim yakmışlar. Hakkari’de yaktılar. Bunlar bulundu mu, ceza verildi mi? Bu döneme ilişkin savunmaları bu detaylarla yapmak da istemiyorum. Neler yapmadılar ki bize? Bütün o acıları durdurmaya çalışırken yetmezmiş gibi terörist katil olarak cezaevine atıldık. Bunu yapanlar ise keyif yapıyor.

Devlet şehirleri yaktı

Tek tek evlere girerek altınları, paraları çaldılar. Kadınların makyaj malzemeleriyle, çamaşırlarıyla neler yaptılar bunları anlatmak dahi istemiyorum. Af Örgütü, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu ve pek çok kurumun raporları buradadır. Okumak isterseniz duruyor. Evlere, yaralılara, cenazelere yapılanların tek tek hepsi yer alıyor. Ancak biz bu raporları okuyarak öğrenmedik, biz bunları yaşadık. Vergi ödediğimiz devlet gelip şehirlerimizi yıktı, bizi öldürdü. Devlet kendisine silah çekene gül mü uzatacak? Hayır, yasa var. Ama sen on iki şehri, kasabayı nasıl kökünden silersin!

Silvan’da Figen Yüksekdağ’ı öldüreceklerdi. Olayların büyümesi için bu provokasyonu yapacaklardı. Ancak biz bunu engelledik ve Yüksekdağ’ı oradan çıkardık. Efkan Ala, Meclis oturumunda Mithat Sancar’ın sorusu üzerine itirafta bulundu. Diyor ki ‘Evet, bizim de kontrol edemediğimiz güçler var’. Bu Meclis tutanaklarına geçti. Ben ne yapmışım o dönemde? Onlar duvarlara bu yazıları yazarken, ben ne yapmışım? Belki de Kürtlerin bir kısmı bu sözlerimden dolayı bana kızgındır. Hala da diyorlar. Sırf barış dediğim için bana kızgınlar. Çünkü namuslarına el uzatılıyordu. Bu yetmezmiş gibi bu halkın temsilcilerini de cezaevine koymuşsunuz. Bunların Müslümanlığı sahtedir. İnsan olan yapmaz da Allah’a ve Kuran’a inanmış biri bunları nasıl yapabilir? Bunlara insan dahi diyemezsiniz. Bu kadar kul hakkı nasıl yenilir? Kimin katliam yaptığı ortadadır. Yapılan şey Kürt’e zulümdür. Biz bunları yapmadık diye ve insan haklarını savunduk diye kimse bizi suçlayamaz.

[Ahmet Gün takma adını kullanarak konuşan bir askerin yaptığı itirafları paylaştı. Gün’ün sözlerini aktardı.] Devlet tamamen bir suç makinesine dönüştü. Orada üç bodrum vardı. İçinde kadınlar, çocuklar ve gençler vardı. Onların terörist olmadığını biliyorduk. Medyada hepsine terörist deniliyordu. O bodrumlarda 120 cenaze çıkarıldı. Örgüt militanları en fazla 7 veya 10 kişi bir arada durur. Orada görev yapan tüm güvenlik mensupları bunu bilir. Savaşa hukuku bile ortada kalmadı. Ambulanslara ateş açılıyordu. Çok kirli bir işti. Maalesef daha önce bunu görmemiştim. Emir de yoktu. Emir olsaydı sınır olurdu. Ancak sınır yoktu. Asker ve polis kimi zaman kavga ediyordu. Devlet onları oradan çıkarabilirdi. Ancak tanklar ile müdahale edildi. Size düğmeyi gösterseler yaparsınız. Polisi ikinci faktörde tuttular, askeri sürdüler. İş başından kurguydu. Hendekler göz göre kazındı. Esedullah Timleri bir anda türedi. Nereden geldiklerini bilmiyorum.

Onurluyuz, teslim olmayacağız

İktidar bizi içerde tutmanın nimetlerini yiyor. İki dönemdir bu nedenlerden ötürü kayyım atıyor. Burada gördüğünüz kişiler Kürt ve Türk halkının onurudur. Yıllarca barış için çabaladık. Hepsi yoksul halk çocuğudur. Türkiye’nin yönetiminin nasıl teslim alındığını görün. Yapamıyorsunuz davadan çekilin ama bu ahlaksızlara alet olmayın. Burada tek yalan konuşmadık. Netenyahu ile

aranızda ne fark var? Kanlı cenaze fotoları, parçalanmış cenaze fotoları, sokakta bırakılan cenaze fotoğrafı... Taybet Ana 7 gün sokakta kaldı. Çürümeye terk edildi yaşlı bir kadının cenazesi. Cenazesini almak isteyen bir çocuğu öldürüldü, bir çocuğu ayağından vuruldu. Sokağın başında keskin nişancı vardı. Ateş eden de kendine Müslüman diyordu. Ahmet Davutoğlu da kendine Müslüman diyor. Bunları yapan alçaktır, namussuzdur. Ona emir veren de yapan da namussuzdur. Terör örgütü propagandası bu ise bin defa söylüyorum.

İddianameyi yazan savcı savunuyordu. Siz bu askerleri savunuyor musunuz? Bu hadsizlere hadlerini bildirenlere de terörist diyorsunuz. Meclis’i bombaladılar ya! Siz yargılamadınız mı bunları? Şimdi de bizi aynı salona tıkmışsınız. Allah, halk, kanun katında da masumuz. Zulme uğruyoruz. Ama onurlu ve gururluyuz, teslim de olmayacağız. Ben ilk gün sıkıyönetim ilan edilmesini istemiştim. Ancak daha sonra oradaki askerlerin darbe yaptıklarını öğrendim. Bahçeli’nin yanı sıra Erdoğan ve Davutoğlu ile diğer yetkili kişilerin tanık olarak dinlenmesini talep ediyorum.

Kürt çocuğu Kürt dilinin anadili olmasını istemesin de kim istesin? Keşke Türkler çıkıp istese. Bakın size bir devlet büyüğümüzün bir demecini okuyayım. Benim de katıldığım bir demeç. Demiş ki ‘Ey Almanya! Sen benim vatandaşımın anadilini nasıl yasaklarsın? Sen nasıl Türkçeyi yasaklarsın?’ Erdoğan diyor bunları. Biz de sonraki gün çıkıp kendisinin haklı olduğunu savunmuşuz. Almanya’da bir Türkiye bölgesi yok bu arada. Ama Türkiye’de Kürdistan var, yahu Kürdistan! Ancak anadilde eğitimi bırak isim koymasını yasaklıyorsunuz. Bu da ikiyüzlü siyasetin başka bir örneğiydi. Erdoğan ya da Bahçeli çıkıp anadili savunsun ben yapmayacağım. Bahçeli bizim yerimize bizim hakkımızı savunuyor deyip yapmayacağız.

Kürtçenin eğitim dili olması için yaptığımız etkinliğin üzerinden 9 yıl geçmiş, FETÖ’cü savcı hakkımızda fezleke hazırladı. Kim hakkımızda fezleke hazırlasa kurtuluyordu. Kim ki bize çok ceza verdi, bakan yardımcısı oldu, HSK’ya alındı. Bu fezlekeleri hazırlayanlar ödüllendirildi. Bakın bir konuşmada ‘Putin ile görüşmek için dört takla atıyorsunuz’ demişim. Bana cumhurbaşkanına hakaretten 3 buçuk yıl ceza verildi. Bu hakimi bana sırf ceza versin diye Mersin Mut’tan getirdiler. Bu da seçim ayarlıydı. Bu sırada Akın Gürlek de ceza verdi.

Bir devlet operasyonudur. Siyaset, sermaye, medya, bürokrasinin de dahil olduğu kesintisiz bir kumpas ile karşı karşıyayız. Bu yüzden binlerce klasörden, sayfadan oluşuyor. Bu, zaten bu kumpası görünmez kılmak için vardır. Türkiye’de son yıllarda yaşanan olaylar veya yaşanan ölümler, nerede ne varsa bu davaya dahil edilmiş, klasörü doldurulmuş ki basın da kamuoyu da içinden çıkamasın. Düşünün savcı, HDP MYK’nın attığı tweetler dışında hiçbir delil yok iken ikinci Kobanî Davasını açtı ve sulh hakimi de tutuklama yaptı. İki tweet ile kamuoyu ikna olabilir mi?

Talimat Saray’dan

Savcı çıkıp şunu diyebilirdi; ‘Ya Cumhurbaşkanı siz böyle diyorsunuz da ama elimizde iki tweet var. Zaten bu tweetler ile ilgili AİHM karar verdi. 50 küsur kişi için nasıl dava açalım?’ Dedi mi? Diyemedi. Savcı bunları diyemezdi. Davayı büyütmesi gerekiyordu. MYK üyesi olmayan arkadaşlarımızı da dahil etti ve dosyayı da içinden çıkılmaz hale getirdi. KCK’den Kandil’den birçok kişi dahil edildi. Bu kumpas davası ile yeni bir düzen, dizayn yaratıldı. Yeni bir küresel, bölgesel dizilim yaratıldı. Neden? Çünkü AKP tek başına iktidarı kaybetti. Bununla birlikte Türkiye yeni bir sürece evirelecekti, belki de barış olacaktı. Ancak AKP-MHP ortak olarak bunu engelledi. AKP-MHP’nin yürüttüğü siyaset sonra bölgesel ve küresel boyuta ulaştı.

Türkiye siyaseti konumunu bu dava üzerinden yapıyor. Hesap kitap bu dava üzerinden yürüyor. Çünkü HDP, günümüz dünyasında hiç kimsenin başaramayacağı bir şey başardı. HDP’nin çizgisi sadece Türkiye’de sonuç doğurmadı. Örneğin Ortadoğu’da özgürlük arayışında bulunan herkes tarafından görüldü. Etkisi hissettirildi. Biz bir mucize yaratmadık. Sadece hakikate ışık tuttuk. Yoktan var etmedik. Onu nasıl harekete geçirebileceğimizi, örgütleyebileceğimizi gösterdik. Yeni bir şey icat etmedik. Hakikat orada duruyordu. Üstü örtülüydü. Kadın mücadelesi, ezilenlerin, halkların mücadelesi ile HDP siyasi bir hamleye dönüştürdü. Türkiye’de ülkücü ırkçılar, milliyetçi ırkçılar, İslami ırkçılar ve Atatürkçü ırkçılar yani ırkçılık düzeyinde bunları savunanlar, doğa talancıları, bütün yalancılar tehdit altındadır. Çünkü HDP geliyor. Bu anlattığım herkesin emperyalizm ile göbek bağı vardır. Bu, onları da rahatsız etti. HDP 7 Haziran siyasi başarısı ile büyük bir etki yarattı. HDP’nin gücü aldığı oyun niceliğinde değil, niteliğindedir. Kimse AKP’nin yüzde 42’sini düşünmedi, konuşmadı. Aynı zamanda CHP de tarihinde ilk defa bu derece çok oy aldı, ama kimse onları da konuşmadı. HDP yüzyıllık anlayışı tuzla buz ederek, yüzyıl sonra merkeze oynamaya başladı.

HDP artık tabiri caizse tiyatro perdesini açtı, oyuncular göründü, dekor göründü. Seyirciler de her şeyi gördü. İstediğiniz kadar perdeyi kapatın seyirciler hakikati gördü. Bu yüzden bu kadar üstümüze geliyorlar. Bu nedenle iki cümle ile bitmesi gereken dava, Türkiye tarihinin en kapsamlı davasına dönüştü. Bu nedenle arkadaşlarımızın, dışardaki insanların hayretle izlediği kumpaslar bu kadar aleni yapılıyor.

Başkan Apo, Kürdistan demişim, gerilla demişim

MHP’nin yaratmak istediği algı, sadece bununla sınırlı değil. Evet, hala tweet atıyorlar, ama Bahçeli benim ismim üzerinden Kürtleri terörist ilan ediyor. Kavala üzerinden ise Türkleri tehdit ediyor. Demirtaş’a terörist dediğinde kaç kişiye dediğini bilmiyor mu? Biliyor. Ve bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Milletçi Türklere de ‘Kürtler teröristtir’ diyor. ‘Bunu aklınızdan çıkarmayın’ diyor. Sürekli kafalarına çivi çakıyor. MHP bundan ne umuyor? MHP’nin kuruluşu, varlığı ötekilerin yokluğu, karşıtlığı üzerinden gelişti. Fakat bu dava ile ilgisi nedir bugün bunu anlatacağım. Bu dosyadan 7 yıl sonra beraat çıkmayacağı için büyük ihtimalle dosyamız Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi’nin önüne gider. Onu göreceğiz. Daire ne yapıyor? AYM’ye ‘terör destekçisi’ diyor. Söylemlerinde ‘terör söylemleri’ diyor. Büyük ihtimalle bizim dosyamızı inceleyecek. Bu daire ne diyor? Tabi yargıç ‘terör söylemidir’ diyor. Ben ise Başkan Apo, Kürdistan demişim, gerilla demişim. Vay vay bana neler yapmazlar? Bu dosyaya ilk atanan başkanı hatırlayın. Bahtiyar Çolak. Devlet Bahçeli’nin referansı ile Ata Dedeler çetesine girdi. MHP bizi karşısına aldı ve burada yargılamaya kalktı. Biz o dönemde ‘cüppelerinizi çıkarın MHP-AKP rozeti takın’ diyorduk. Devlet bize hep karşıt olduğu için devleti çok iyi tanıdık, tanıyoruz. Hatırlarsanız sizi dinlediğini söylüyorduk. Kendi memurunu da dinler. Devletin bir kanadı asla boş bırakmaz. Sana verdiği görevi yapıp yapmadığını izler.

MHP bizden ne istiyor, ona bakalım. Bir bakalım onların tavuğuna kış demiş miyiz? İsterseniz Rıza Nur ile başlayalım. İsmet İnönü’nün yanında Lozan görüşmelerine de katılan bir kişidir. Rıza Nur’a dava nedir diye sorulduğunda şöyle yanıt verir; ‘Memleketimizde başka ırkta, dinde başka adam bırakmamak en esaslı iştir.’ Hem ırkçılığı savunurken bundan övünür hem de Kemalizmi yeterli derecede ırkçı bulmaz ve eleştirir. Kemalizm de kendini inşa ederken Sovyet sosyalizminden Alman faşizmine kadar ve İslam’a kadar meyil eder ve eklektik bir ideoloji üretir. Halis Türk yaratmak için sürekli iktidarı zorlar Nur. Kemalizm, iktidar ile bu ırkçılar arasında sürekli tatlı bir kavga vardır. Birbirlerini döver ve severler. Saf ari Türk’ü ararlar.

Mesela Reha Oğuz Türkkan derki; ‘Atatürk’ün boyunu ölçelim ve en ideal Türk budur diyelim. Bu boyda ve özelliklerde olmayan kişiler Türk değildir.’ ‘En büyük hak güçlünün’ der. Barış taraftarlığında karşıdır ve ‘savaşmayan millet ayakta kalamaz’ diyor. ‘Savaş bittiği an bir millet yıkılır’ diyor. Nihal Atsız ise altın çağını yaşayan ideologlardandır. Hem iktidar tarafından hem de kendi çevreleri tarafından eleştirilir. Ancak en çok kendisi eleştirir. Türkiye’den memnun olmadığını göstermek için soy ismini ‘Atsız’ koyuyor. Henüz bir şey olmadıklarını söyler. Türk tarih tezini beğenmez. Atsız’a göre milliyetçilik dinden üstündür. Cennet beklentisi ile mücadele edenleri sahtekar olarak görür. Kürtleri ve çingeneleri aşağılar. Tıpkı bazı savcı ve hakimlerin yaptığı gibi. Savcılar Kürt yazarken küçük yazar ama diğer milletleri yazarken büyük yazarlar. O dönemde Atsız da aynı şekilde yapar. Kürtlere yeriniz zencilerin yanıdır. Kürtleri kıyım ile tehdit eder.

Bahçeli-Erdoğan ittifakı 7 Haziran gecesi başlamıştır

Bahçeli ve Erdoğan ittifakı 15 Temmuz değildir. Nedeni darbe değildir. İttifakları 7 Haziran gecesi başlamıştır. Kürtlerin yükselmesi nedeniyle ittifak kurmuşlar. ‘Kürtlere karşı dışarda ve içerde savaşacaksan seni başkan yapacağız’ dediler. Kurdukları kumpas bu davaya kadar sirayet etti. Devletin yan gücü kullanılmaya hazır gücü olan ülkücüler kullanılmıştır. Buna çok itirazları da olmamıştır. Bütün siyasi tarihlerde ilk defa ülkücü hareket devleti ele geçirdi. Artık yedek güç değil, bizzat devletin sahipleridir. Tetikçi güç olduğu dönem geride kaldı. Artık Ergenekon, Perinçekçiler, siyasal İslamcılar ile ittifak kurup devletin üçüncü gücü olmuştur.

Yeri geldiğinde AYM’yi dinlemeyecekler yeri geldiğinde Meclis dinlenmeyecek, yasa askıya alınacak ama devlette elde edilen konum kaybedilmeyecek. Bazı muhalifler Cumhur İttifakı’nda arıza diyor ama bu yanlıştır. Cumhur İttifakı demek de yanlıştır. Devlet şu an MHP’dir. Artık devleti MHP yönetiyor. Sadece Yargıtay’a bakarak bunu görebiliriz. Bir daireyi tutup bütün herkese ayar veriyorlar. Birçok adliyede MHP’li mafyalar terör estiriyor. Yeni devlet düzeni budur. Yüzyıllık acılardan deneyimlerden sonra devleti getirdikleri, getirmek istedikleri yer burasıdır. Ancak biz direniyoruz. Bakalım ne olacak? Peki Erdoğan ve diğer AKP’liler neden ses çıkarmıyorlar? Çünkü AKP darbe ile gidiyordu. Buna karşı Ergenekon ve MHP ile uzlaştı. Erdoğan’a ‘ulusalcılar, Atatürkçüler, Fethullahçılar satacak ve darbe başarıya ulaşamayacak’ dediler. Önceden her şey hazırdır. Bu Fethullahçılar da heyecanla ‘hep birlikte darbe yapıyoruz’ dediler. Zannettiler ki Türkiye’nin her kasabasında ordu dışarı çıkmış. Ancak sadece kendileri çıktı. Satıldıklarından haberleri yok. Boğaziçi Köprüsü’nde bir tarafı tutmuşlar ancak diğer tarafı tutmakla görevlendirilenler yok. Bir kışlaya gitmişler, bir kışlaya gitmemişler. Darbe girişimcileri gerçek. Ama tuzağa düştüler. Bahçeli de daha sonra muradına erdi.

Bu dava şahsında sürdürülmek istenen şey yeni ırkçı rejimin inşası sürecidir. Muhalefet bütün bunları okumaktan aciz, her fırsatı tepen bir noktada duruyor. Seçimde ortaya çıkan fırsatlar çarçur edildi. Bunlara tekrardan altın tepside verildi. Yüzde 60-70 civarında olan muhalif kesim bir arada tutulmamıştır. Muhalefetin temel hatası Kürde Kürt, sosyaliste sosyalist diyememesidir. Açık ve şeffaf yürütülmeli her şey. Kendi hatalarınız için özür dileyip başlamanız gerekiyor. Özeleştiri veren bir tek biz olduk. Diğer partilerde koltuk değişimi dışında bir değişim olmadı. Tarihsel olarak bir değişime ihtiyaç var. Gençlerimiz bırakın tarihi, 5 yıl öncesini bilmiyorlar. Zihinleri o kadar bombardımana maruz kalıyor ki muhalefet de bunu engelleyemiyor.

Anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz

‘Barış olmadan bir millet yozlaşır’ diyoruz. Onlar ise savaşı esas alır. Savaşı anlatır. Evet, savaş olmazsa çürüttüğün o millet yok olur gider. Barış bunu yok eder. Bu nedenle barış dediğimiz her şey suç oluyor. Her halde savcı da ‘Savaşan millet ayakta kalır’ diyor. ‘Bunlar barış diyorsa demek ki millet düşmanı’ diyordur. Bunlar anlaşılmadan olmaz. Bu, sistematik bir mücadele gerektiriyor. Sosyal medyanın da olduğu, mitingin, panelin, her şeyin iç içe olduğu şekilde direneceksin. Türklere de Kürtlere de bunu anlatmak zorundasınız. Türklere kimin tarafından rehin alındıkları anlatılmalı. Kürtler Dersim’den Maraş’tan, Roboskî’den biliyor. Biz bunu anlatmalıyız. Başka bir seçeneğimiz yok. Ya bu milletler birbirini kıyımdan geçirecek. Bunu anlatmamız lazım. Anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz.

Gerçeklik hiçbir zaman göründüğü gibi değildir. Doğada da siyasette de her yerde bu böyledir. Doğru şekilde görebilmenin yolu bakmak değildir. Doğru hafıza ve bilgiler ile bakabilmektir. Aksi takdirde elmanın kırmızı rengini tam göremezsin. Başka bir göz tarafından öyle bir kırmızı şekilde görünüyor ki sen hayatın boyunca o rengi göremezsin. Çünkü beynin o rengi görecek kadar bilgi ile donatılmamıştır. Bizim gördüğümüz kırmızı ile ırkçının bir elmada gördüğü kırmızı aynı değildir. Çünkü biz insanı değerleri anlamaya çalışıyoruz ve bakış açımız farklıdır. Her şey aynı şeyi görür diye düşünürüz. Gerçeklik hiçbir zaman böyle değildir. Her birey kendi dünyasında özgündür, eylemi de farklıdır. Her insan kadar hayatın anlamı vardır. Hiçbir zaman hayatımızın anlamı da birebir değildir. Ona biçtiğimiz anlam kafamızdaki bilgiler kadardır. Biz suçlu değiliz, haklıyız. Haklılar er ya da geç kazanır.

Halkımıza borcumuzu ödüyoruz

Türkiye’de bağımsız, tarafsız yargı olsaydı bu kumpaslar zaten olmazdı. Halkımıza borcumuz olduğu için şu an savunma yapıyoruz. Yoksa yargıya inandığımız, güvendiğimiz için yapmıyoruz. 3-4 yıldır delil bulmak için her tarafa yazı yazıyorsunuz, ama bir şey bulamıyorsunuz. Bulabildiğiniz en güçlü deliller de cezadan kaçmak için bulduğunuz gizli açık tanıklar. Bir tane gizli tanığı biz yok iken dinlediniz. Niye yaptığınızı bilmiyorum ama ayrı bir usul uyguladınız. Çünkü bu iftiracılar çıkıp ‘biz pazarlık sonucu iftira attık’ deseler siz ‘hayır yalan söylüyorsunuz’ dersiniz.

Savcı itirafçılar için ihale açtı. İlk başta kimse ihaleye girmedi. Sonra, ‘Ya hiç mi ihaleyi alan yok? Alan olursa kurtulacak’ dediler. Herhalde hemen ertesinde ikinci kez ihaleyi açtılar. Dava için uygun birkaç itirafçı buldular. Sonra tanıklardan iki tanesinin, Merdan Rüştü Ovalıoğlu ve Kerem Gökalp’ın daha önce aynı cezaevinde birlikte kaldıkları ortaya çıktı. Merdan, ifadeye rağmen bırakılmadı. Bu kişilere muhtemelen serbest bırakılmak vaadinde bulunuldu. Avukatlarımız bu beyanlar karşısında bir ödül alıp almadıklarını; yani serbest bırakılıp bırakılmadıklarını sordu. Ancak mahkeme bunu araştırmadı. Gizli tanığı gizli dinledi. Dosyada başka delil var mı? Yok! Geri kalan her şey polis, asker ve bulabildiğiniz ne kadar müşteki varsa almaya çalıştığınız beyanları var.

Gençler hangi çağrım ile çıkmıştır bilelim

Çok ilginç bir durum var. Son mahkeme tutanağına baktım da dosyamızın delil açısından o kadar zayıf olduğunu düşünmüş olmalısınız ki tutukluluk gerekçelerinin birinde bir yerel mahkemede savunma yapan bir avukatın ifadelerini koymuşsunuz. Muhtemelen avukat müvekkilinin örgüt çağrısı ile hareket etmediğini ispatlamak için gayri ihtiyarı ‘örgüt çağrısı ile değil, Demirtaş’ın HDP’nin çağrısı ile sokağa çıkmıştır’ diyor. Dolayısıyla avukat beraatını istiyor. Şimdi siz bu kısmı almışsınız ve tutuklama gerekçesiyle içine koymuşsunuz.

Bulduğunuz her delil kıymetlidir fakat şunu bir yere yazın ki ben de bileyim; bu insanların hangi çağrım ile çıktığını yazın. En azından bilelim. Bu gençler hangi çağrım ile çıkmıştır bilelim. Yazamıyorsunuz çünkü yok.

Devlet ‘ben buna düşman diyorsam düşmandır’ diyor. Verilen mesajın genlerinde, kodlarında bu vardır. Bu mesaj, toplum tarafından çok net alınır. Bütün katmanlarda eğitim durumlarına bakılmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşını eğitim ve askerlik yoluyla eğitmiştir. Askere alınan her genç burada eğitilir. Hem teorik olarak hem de fiilen anlatılır ve insanlar hizaya çekilir. Bir askerlik anısı olarak değil, dava ile doğrudan ilgili olduğu için anlatıyorum. Askerliğimin bitmesine yakın benimle yaşıt bir komutan, topladı herkesi bir çember şeklinde. Ortasında bir sandalyede oturuyor. O zaman İHD Diyarbakır Şube Başkanıydım. Selam verdikten sonra 15 dk rahat demeden bekletti ve ‘Bak burada olduğun sürede anlamışsındır. Ben daha önce Batman’da görev yapıyordum. 90’lı dönemlerde... Bilirsin. Umarım buradan çıktığında akıllanırsın’ şeklinde cümleler kurdu. Ben cevap olarak ‘Sen de benim adımı çok duyacaksın dedim. Adım Selahattin Demirtaş dedim. Neye uğradığını şaşırdı. Bir şey de demedi. Fakat askerlerin temel mantığını bana anlatmış oldu. Kendince bana ‘Türk’ün gücünü gösteririz’ dedi. Şu anda bu davayı takip ediyorsa büyük ihtimalle bunları da hatırlar. Bir yıl sonra milletvekili oldum. Kendi ismimi de unutmadım ve bu tarihten beri siyasetteyim. Bizi yok etmek istiyorlar. Resmi ideoloji ile beyinler iğdiş edilmiş. Ahlaken, ideolojik olarak çökertilmişler. Bu toplumun rehabilite edilmesi lazım. Bunun yolu da barıştır. Bu travmalardan çıkması yıllar sürer. Okullarda tarih, bilim diye anlatılan safsatalar yerine alternatif okumaların yayılması lazım. Kobanî meselesi de böyledir. ‘Savaş olmadan bir millet var olmaz’ diyen bir zihniyet yargıyı yönetiyor. Barış onun için tehlikedir. Ne zaman barış desek bu mermer duvara çarpıp geri dönüyor. Türk toplumunun geneli bunu bilmez. En demokratı ‘bizim de kapıcımız Kürt’ der. Kendini bu şekilde savunur. ‘Bizim Kürt gelinimiz damadımız var’ der. ‘Bizim de Kürt arkadaşımız var’ der. Bu kadar tanıyor. Tanımak için çaba da sarf etmiyor. Hakimler, savcılar Kürtleri bilmiyor, tanımıyor. Ülkenin bir parçası olan Kürdistan bölgesi hala sürgün bölgesidir. Devlet dairelerinde birbirini tehdit edenler ‘Seni Antalya’ya sürerim’ diyorlar mı? ‘Seni Çukurca’ya Hakkari’ye sürerim’ diyor. Hiç ‘Datça’ya Bodrum’a seni sürerim’ diyeni duydunuz mu? Ama Kürdistan ötekidir. Başka bir yerdir, bunu bilirler. Sürgün edilenler de ağlayarak giderler. Sonra hakikati gördükten sonra dönmek istemezler. Ama dönünce de ağlayarak dönerler. Kürt gerçekliğinden bu kadar uzaktır Türk toplumu. Aynı zamanda Türk aydını halkını, toplumu tanımaz. Türkiye’deki Kürtleri, yargılayanlar genelde bilmez.

Kürtleri ve Kürdistan’ı inkâr, insanlığı inkârdır

Tarihsel açıdan da bizi yargılamaya hakkınız yok. Neden bize haksızlık yapılıyor, onu netleştirmeye çalışıyoruz. Kürtlerin gönlü barış, kardeşlik için atar. Kürdistan ana vatanıdır ve bunu gönlünden çıkaramaz, ana vatanını çıkarıp atamaz. Kürdistan dediğimiz de Hakkari’den Şırnak’tan ibaret değildir. Yok etmeye çalıştığınız da yok olmuyor. Kürtleri ve Kürdistan’ı inkar insanı, insanlığı inkardır. Kürt milletinin bir tarihi vardır. Bu inkarı kabul edersek onursuz oluruz. Bunu inkar eden birisinin riyakar olduğunu çok iyi bilirsiniz. Başka birinin kimliğini inkar eden biriyle karşılaşsak kendimizden utanıyoruz. Bir siyahi, siyahiliğinden utanırsa beyaz olmak isterse biz üzülüyoruz. Utanç duyuyoruz. Bize Kürtlere bu dayatılıyor. Köle lazım size! Hayır, biz özgür insanlarız, bizim milli marşımız var. Kaç Türk bunu biliyor?

Irkçı, faşizan hezeyanlara nasıl boyun eğebiliriz? Nasıl biz bunlara ‘Evet doğrudur, bunların hepsi hakikattir’ diyebiliriz. Neredeyse 200 yıldır Kürtler buna itiraz ediyor. Yazı, şiirle, silahla

ve siyasetle itiraz ediyor. Kullandıkları her yöntem ‘terörist’ olarak kabul ediliyor. Musa Anter bir şiir yazdı diye, Kımıl şiiri nedeniyle yargılandı. 49’lar Davası’nı bu Kımıl şiiri tetikledi. Şiirden dolayı terörist oldu. Türkiye Kürtleri ifadesi yargılamalara neden oldu. Tarih karşısında kim suçlu olabilir? En büyük coğrafyacılar, harita mühendisleri Allah billah aşkına gitsinler Cizre’den, Silopi’den, şöyle Şırnak ve Hakkari’den Cudi ve Gabar üzerinden şöyle Şemzinan’a kadar bir haritayı bize bir anlatsınlar. Nasıl çizildi bu haritayı bir anlatsınlar. Bu harita nasıl çizildi de Kürdistan’ın hepsi diğer tarafta kaldı. Orası resmen Kürdistan. Irak Anayasası’nda Kürdistan yazıyor. İran Anayasası’nda Kürdistan eyaleti yazıyor. Rojava resmen değil. Ama Rojava Kürtçe dilinde batıdır. Peki dünyanın hangi usta haritacıları bu kadar iyi, mükemmel çizdiler de Kürdistan’ın bir böceği bile Türkiye’de kalmadı da hepsi öbür tarafta kaldı? Bir metre bile Kürdistan yok mu ya burada? Bir metre varsa biz o bir metreyi savunalım. Biz o bir metreye Kürdistan diyelim. Bir ağacımız bile yok mu? Bir meşe ağacımız da mı yok Türkiye sınırları içinde?

Kobanî de Kürdistan’ın bir kasabasıdır. Sınırın öbür tarafında kaldığı için kimse düşman göremez. Vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti de diyemez! Orada IŞİD barbarlarınca katliam yapılmasına izin veremeyiz ki yakın zamanda kısa süre önce Şengal’de, Musul’da çok açık trajediler yaşandı. Buradan baktığımızda siz başka bir şey görebiliyor olabilirsiniz ama biz kardeşlerimizi görüyoruz. Kardeşlerimiz tehlike altındayken biz burada davul zurna çalıp keyif yapamayız. IŞİD’in saldırılarına karşı dünyayı duyarlı kılmamız lazım. Tehdit olarak görülen budur. Korkulan budur. Ortalama bir Türk şunu sormaz; ‘Kobanî bir Kürt şehri ise tam bitimindeki Suruç nedir?’ Türkiye’de birçok insan Rojava’ya IŞİD’in saldırısı ile orada Kürtlerin yaşadığını öğrendi. Tarihte yok, eğitim kitaplarında yok. Onu da unutturmak için Ayn-el Arap diyorlar. Tarihi bir kasaba değil ki orası. Kobanî ismi de bir şirket isminden geliyor. Orada bir İngiliz şirketi petrol arıyor, Kürtler ona Kobanî diyor. Orası Ayn-el Arap olsa ne olur, Ayn-el Türk olsa ne olur? Aynı duyguyu Bakü için hissettiniz mi? ‘Ermenistan haydut devlet. Sahada da yanınızdayız’ diye onlarca manşet haber var. Peki bin yıllık kardeşlerimiz Kobanî için niye atmazlar? Azerbaycan Türkleri için İHA SİHA gönderen Türkiye, Kobanî için tweet atmış olan bizleri niçin katil, terörist ilan eder?

Kobanî’deki Kürtler niye kardeşimiz değil?

Asıl olan yurttaşlık ise askerliğimi yaptım, vergimizi de tıkır tıkır veriyoruz. Herkesten çok veriyoruz. Şirketlerden bile çok veriyoruz, vergi kaçırmıyoruz da. Türk milliyetçilerden bile çok vergi veriyoruz. Peki niye halkımın yaşadığı bir parçada IŞİD katliam yaparken vergi verdiğim devlet, Azerbaycan’a gösterdiği ilginin milyonda birini göstermiyor? Günlerdir onun nedenini anlatıyorum. Türk ırkçı hezeyanlarından başka birşey değildir. Bana Azerbaycanlılar ile nasıl tek millet iki devlet olduğumuzu izah eden her Türk’e, şapka çıkarırım? Ama Anayasa’ya göre izah edecek. Ve nasıl Kürdistan Federal Bölgesi ile Kobanî ile tek millet iki devlet olamadığımızı da izah etmesini isterim. Madem, Anayasa’ya göre vatandaş olan herkes Türk’tür, madem sadece bunlara Türk deniliyor o zaman vatandaş olmayanlar Türk değildir. Azeriler de Almanya’daki Türkler de Türk değildir. Biri vatandaşlıktan çıktı mı, Türk olmaktan da çıkıyor. Anayasa öyle diyor. Azerbaycan’daki Türkler kardeşimiz ise Kobanî’deki Kürtler niye kardeşimiz değil? Biz o dönemde Türkiye için tarihi bir fırsat olduğunu söyledik. Yüzyılı aşkındır Kürt halkının duyguları kırıldı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğru yaklaşmadı, ama ‘bu tarihi bir fırsattır’ dedik. ‘Türkiye Kobanî’ye yardım etse bu bambaşka bir şey olur’ diyorduk. ‘Türkiye yardım etsin, Kobanî düşse bile sonuçları itibariyle ağır bir travma oluşmaz’ demiştim. Silah göndermesine bile gerek yok. Silahlı müdahaleye bile gerek yok ya! İçinin

yandığını hissetsin yeterliydi. Fakat ne yapıyorlardı? IŞİD’i izleyen Kürtlere gaz attı bu devlet! ‘Destek gösterisi bile yapamazsınız’ diyordu. Devlet içindeki kimi yetkililer, yardım edilmesi taraftarıydı. En nihayetinde tarihi bir fırsat heba edildi ve oradan korkunç bir kırılma çıktı. Hala toparlanamıyor. Çünkü hala ismine Kobanî Davası denilen dava adı altında Kürtlerin temsilcileri, siyasetçileri yargılanıyor.

Bakın AKP’li Kürtler, avukatlar ile bana haber gönderiyorlar; ‘Savunmasını saygı ile karşılıyoruz, duruşu önünde saygı ile eğiliyoruz’ diyorlar. Bu kırılmayı yaratan bizler değiliz. Bu politikaları üretenlerdir. Türk aydınına düşen, buna şaşırmak değildir. Bunu anlamak, anlatmaktır. Türk aydını Kemalist, sosyalist, muhafazakar olabilir. Ama bu ülkede bir Kürt milleti var, biz yüzyıldır görmezden gelindik. Ama bunu insanlığa sığmaz deyip anlatmaları lazım. Biz bunları mahkemelerde anlatıyoruz. Başka türlü sorun çözülmüyor. Nerede olursa siyasi parti taraftarları birlikteliği savunmalıdır. Kürtler birliği sağladıkça barış ve çözüm gelir. Kürtlerin birbiriyle cebelleşmesi Kürtler’e ancak zarar verir. Kürt ve Türk aydınının birlik oluşturması çözümü yaratır. Dolayısıyla bu savunmalarda anlatmak istediğimiz, verdiğimiz mesaj budur. Biz burada bu bedelleri çözüm uğruna ödüyoruz. Çözüm için en büyük desteği biz verdik, veriyoruz. Hapiste de olsak veririz. Sadece hakikati üretmek için yalanlardan ibaret bir davayla karşı karşıyayız.

Abimi dağa PKK değil devlet gönderdi

Burada gördüğünüz dürüst siyasetçilerdir. Siyaset yapıyorlar, yapacağız. Bizim işimiz budur. Aksi takdirde ahlaksızlık olur. Benim abim dağda. Biliniyor. Siyaset yaptırmadılar, dağa gitti. Benim annem oğlunu sağ istiyor. Kim ne derse desin. Eğer bir siyasetçi abime bel bağlayarak maaş alıyorsa kusura bakmasın annem sağ istiyor. Ölümlere bel bağlayarak siyaset yapamazsınız. Bakın ‘şehitler tepesi daha çok şehit görecek’ diyorlar. Kin ile beslenenler vatansever, milliyetçi biz terörist! Siyasete inancını kaybedenler dağa gidiyor. Buna sebep olanlar da sizsiniz. Dağa biz göndermiyoruz, gönderenler belli. Abimi, dağa ben göndermedim, PKK de göndermedi, devlet gönderdi. Atmadıkları iftira kalmadı. Ben abimin dağdan gelmesini istiyorum. Siz ise ‘teslim olun’ çağrısı yapmamızı istiyorsunuz. Buyurun, siz yapın. Yıllardır yapıyorsunuz. Biz çözüm olsun istiyoruz. Dağda karakol da olmasın. Önerdiğimiz bütün çözüm süreçleri buna işaret ediyor. Demokratik özerklik de böyledir. Biz bunu büyütmeye çalıştıkça devlet dağa gitmeyi büyütüyor.

Çözüm önerimiz açık, aleni. Bir masa etrafında oturup konuşalım. Biz nerede yanlış yaptık, nasıl telafi edebiliriz, bunları oturup konuşmamız lazım. Kimin ile konuşacağı soruluyorsa, bu son derece gereksizdir. Kürtlerin temsilcileri vardır. Koskoca bir halkın sorunlarını temsilcileri ile nasıl konuşmazsınız? Biz bu yüzden Abdullah Öcalan diyoruz. Bu, devleti küçültmez; büyütür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yanlış bina üzerine inşa edilmiş. Temel yanlış. Devasa bir bina koydun mu, biri çıkıp ‘Kürdüm’ deyince o temel sallanıyor. Kürdüz demesek onurumuzdan oluyoruz. Kürdüz deyince ‘terörist’ oluyoruz. O yüzden temeli değiştirmek lazım. Bundan korkmamak lazım. Devletin bunu düzeltmesinden korkmaması lazım. Bunu düzelttikten sonra herkese yetecek kadar evimiz olur. Binada herkes özgürce yaşayabilir. Kendi uydurduğumuz yalanın üzerine bir bina inşa edilmiş. Yüzyıldır sallanıyor. Balkonlardan düşenler oluyor. Yıkıldı yıkılacak. Dönüp dolaşıp binayı sallayana cop vuruyorsunuz, işkence ediyorsunuz. Ancak çıkıp yapacak şey, Alevileri, Kürtleri tanımaktır. Yoksa ne olur? Bilmiyorum. Bunu çıkıp Naci Görür’e sorun. O deprem uzmanı ben değilim. Bir sorun bakalım iki kolon üzerine inşa edilen bir bina depremde yıkılır mı yıkılmaz mı?

Aydının görevi

Çağrımız şudur; bu bedelleri çözüm için ödedik. Türkiye’nin ana akımında yer alan bu ülkenin Alevileri, sosyalistleri, Kemalistleri, Kürtleri, muhafazakarları ve ayrı bir başlık olarak kadınları bir araya gelmelidirler. Seçim ittifakı gibi kısır ittifaklardan bağımsız bir şekilde nereden geldik, nereye gidiyoruz üzerine tartışıp bir yol haritası çıkarabilirler. Abdullah Öcalan da buradan çıkacak sonucu dikkate alır. Bu iş kalıcı barışa kadar gider. Onun da sürece katılma süreci gelişir. Türkiye’nin bütün farklı kesimleri bir masa etrafında bir araya gelip kendi hakikatini masaya dökmeli. Ortak akılla nasıl ortak yol haritası çıkarabilirizi birkaç gün tartışsınlar. Niye Hakkari Çukurca’daki 20-25 yaşındaki gençlere yüklüyorsunuz? Niye abime yüklüyorsunuz? Aydının işi, siyasetin işi silaha dayanmak değildir, işi çözüm üretmektir.

Bu bir fedakârlık da değildir. İnsani, hassasiyetli bir tutum olur. Umarım bu dava vesilesiyle ortaya koymaya çalıştığımız duruşumuz bu zahmetli günlerinde herkesin bir kez daha durup düşünmesine vesile olur, tecrit ile zulüm ile bu iş yürümüyor. Pazartesi son kez konuşacağım. Belki yıllarca konuşmayacağız. Emin olun bize milyon yıl ceza da verseniz bu hakikatlerde bir değişiklik olmayacaktır. Bütün bu hakikatler sosyolojik hakikatlerdir. Dediğimiz gibi biz savunmamızı size değil halka yapıyoruz. Zaten muhatabı da siz değilsiniz. Madem biz cezayı çektik, bu dava yeni bir birlikteliğe vesile olsun. Ben kimseye kin beslemiyorum. Çözüm adına bu bedeli ödedim. Kişisel öfke duymuyorum ve bu şekilde hareket edip halkımın kaderi ile oynamayın. Bu seçim arifesinde birkaç belediye pazarlığına indirgenmemeli. Bu mücadeleyi birkaç belediye için yapmıyoruz. Çıkacaksa bir şey, onurlu bir barış çıkmalı.

Çalınan her Kürtçe marşa PKK marşı diyorlar

21 Kasım Gelin Evi: Misafirlerini balonla karşılayan Rabia Gelin kaç puan aldı? 21 Kasım Gelin Evi: Misafirlerini balonla karşılayan Rabia Gelin kaç puan aldı?


Mersin Akdeniz’de yaptığı bir başka konuşmasının da suçlama konusu yapıldığını ifade eden Demirtaş, sözlerinin tamamının düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu söyledi. Kandil’de çekilen fotoğraflarına ilişkin yapılan suçlamaların da mükerrer suçlamalar olduğunu belirten Demirtaş “Demirtaş’a dava açmanın inanılmaz cazibesine kapılan her savcının yaptığı gibi bu savcı da bunu davaya dönüştürmüş. Medyaya yansıdığı haliyle ‘İmralı Heyeti Kandil ile görüşme yaptı’. O dönem herkes normal karşılıyordu, bugün propaganda suçu olarak sunuluyor. Önemli olan siyasetin algısıdır. Gerçek bu değil. İddianame bu nedenle hazırlanmış” dedi. 

BDP kongresinde yaptığı konuşmanın bile suçlama konusu yapıldığını belirten Demirtaş, “Kendi kongremizde parti politikalarımızı anlatmayacağız da ne anlatacağız. Bu bile suçlama konusu yapılmış. Niye Öcalan demişim, niye barış demişim. Bu konuşmaya dava açılmış. Kongrede yaşananlar nedeniyle bana dava açılmış. Kürtçe bir şey duydu mu polis de savcı da bilmiyor. Çalınan her Kürtçe marşa PKK marşı diyorlar. PKK marşı yok varsa bile partimiz niye kongresinde çalsın? Hernepêş’i nerede görseler PKK marşı diye kodluyorlar” dedi. 

Demirtaş, “Almanya’da bir gazeteye verdiğim demeçte PKK’yi terör örgütü olarak kabul etmiyoruz demişim, bunu suçlama konusu yapmışlar. Öncesi sonrası yok, sadece bu sözümü almışlar. Bu haliyle bile suçlama konusu değildir, bizim görüşümüzdür. Bunu eleştirebilirsiniz ama yargılama konusu yapamazsınız. Bu sözler siyaset özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir” dedi. 

Hakaret edene değil bana dava açtılar, işte Kürt sorunu budur

Bir başka konuşmasında geçen “Kayyımı tanımayın, ona selam vermeyin, onun emrine uymak zorunda değilsiniz. Bir darbeyle gelen kayyımı tanımayın, demokrasiye inanıyorsanız hiçbir şekilde kayyımla toplantılara katılmayın” şeklindeki sözlerinin suçlama konusu yapıldığını belirten Demirtaş, “Şikayet dilekçesi tam ibretlik bir şey” dedi ve ibretlik dediği dilekçeyi okudu. Demirtaş küfürlü bu şikayet dilekçesine dikkat çekerek, “Savcı buradaki küfürlere dava açmıyor ama benim hakkımda dava açıyor. İşte bunun adı Kürt sorunudur. Bu bariz ırkçılıktır, Kürt düşmanlığıdır. Savcılar bunu soruşturmaya ve davaya dönüştürmüş. Bir Allah’ın kulu da dememiş bu nokta noktalar ne. Sene 2024, bana bu küfürleri eden adam nerede bilinmez ama ben bunun savunmasını yapıyorum. Buradaki sözlerimin arkasındayım” dedi. Demirtaş, “Ben anlaşılmayı tarihe ve halka karşı borç olarak görüyorum. Miting konuşmaları serin kanlı konuşmalar değildir, acılar yaşanır ve o duyguyla öfkeyle yaparsınız. Ne olursa olsun siyasetçi milyonlarca insanın vekaletini almış kişidir, siyasetçi öfkesine yenilmemelidir. Benim de böyle konuşmalarım vardır, maksadını aşan konuşmalar. Bundan kırılan, üzülen varsa özür dilerim. Bu konuda eleştiriler gelirse saygıyla karşılarım” şeklinde konuştu. 

İnsanlarımız ölüyor, bunu ortadan kaldırmanın sorumluluğu siyasetçidedir

Demirtaş devamında şunları söyledi: 

“Bizler siyasetçiyiz ve elbette şiddeti yaşamın her alanından dışlamamız gerekir. Ancak bu yaklaşım yetersiz olduğu kadar aldatıcıdır da. Şiddeti kınamak, lanetlemek çoğu zaman şiddetin kaynaklarını ve nedenlerini unutturup ‘sürdürülebilir bir şiddet politikasına’ da meşruiyet kazandırır. Dolayısıyla siyasetçinin temel görevi şiddeti kınayıp yerine oturmak ve konforlu bir alana çekilerek şiddetin sonuçları üzerinden kendine mikro/makro iktidar alanları yaratmak olamaz. Bu tam bir ikiyüzlülüktür ve ahlaki değerlerden, bilinçten, erdemden yoksun bir siyasetin, kirlenmişliğin göstergesidir. Her insan için geçerli olan ahlak, ahlaki politik bilinç en çok da siyasetçi için zorunludur. Tek başına politiklik siyasal hayvanlıktır. Erdem ve ahlakla donanmamış her politik de insani değerlere zarar verici bir aşamaya evrilmekten kurtulamaz. Böylesi politik çizgiler ister sosyalist hatta ilerlesin ister liberal ister de dini bir çizgide hiç fark etmez, varacağı yer despotizm ve faşizmdir.”

“Modernite şiddet barındırır. Siyaset baştan aşağı buyurgandır. Bu siyasette şiddet vardır ve siyasetin sultası altındaki toplum tedirgin, güvensiz ve kaygılıdır. Siyasetin şiddetten arınması için mutlaka demokratikleşmesi gerekir. Türk ve Kürt ilişkilerinde şiddete yönelten travma nedir, günlerdir bunu anlatıyorum. Şiddet karşılıklı bir travmaya dönüşüyor. Bu travmayı gidermeden şiddeti kınayıp yerine oturan siyasetçi ikiyüzlüdür, siyasi dolandırıcıdır. Bu travmayı gidermiyorsunuz, kınıyorsunuz, yerinize oturuyorsunuz. Hepimiz tanık olduk; Meclis’te şiddeti kınayan milletvekilleri, iki dakika sonra kuliste eleştirdiği milletvekiliyle kakara kikiri gülüyor. İnsanlarımız ölüyor ve bunu ortadan kaldırmanın sorumluluğu siyasetçidedir. Bu şiddet ortadan kalkmadan durum bu mahkeme salonunda yaşanıyor. Bizim suçumuz ne? Bu şiddetin ve travmanın ortadan kalkması için yaptıklarımız terörizm olarak nitelendiriliyor. Fanon ve diğerlerinden yaptığım alıntılar bu açıdan önemlidir. Yaptığım konuşmaları dikkate alırsanız bu travmayı iyileştirmeye yönelik öneriler içerdiğini görürsünüz. Öncelikli görevimiz sakin sabırlı bir şekilde anlatmaktır.” 

Siyasetçi kendini halkın üzerinde görüyor, demokrasiyi katlediyor

“Siyaset kendisini demokratikleşmek zorundadır. Bu konuda belki de en iyisi olmamız gerekirken bizim de eksiklerimiz var. Siyasi partiler halk adına siyaset yaparken, uğruna siyaset yaptıkları asili ıskalayıp kendisini yukarıdan buyurgan konumlandırırsa orada demokrasi bitiyor. Düşünün seçimden önce sıradan halkız, seçimde seçilir seçilmez halk olmaktan çıkıyoruz. Dün halktık, bugün artık halkı yöneteniz. Şöyle bir düşünce gelişiyor; ben seçildiğime göre ondan farklıyımdır, üstünümdür. Peki, bizim önerimiz ne? Doğrudan demokrasi partilerde halk içinde kurulmayınca bu travmaları iyileştirmek çok zor. Radikal demokrasi bizim vazgeçilmez ilkemiz olmak zorundadır. Bütün siyasi partiler bunu en ciddi sorunu olarak görmelidir. Bugün sosyalistler ve komünistler dahil herkesin cebinde bankacılık uygulaması vardır. Siyasi partiler bunu demokrasi için kendi uygulamaları haline getirebilirler. Böyle bir uygulama yaparak bütün kararları üyelere sorabilirler. Parti üyeleri doğrudan girip PM toplantısını izleyebilmelidir. Büyük bir miting olacaksa halka sorun, iki saatte sonucunu alırsınız. Neden halka sorulmuyor? Çünkü siyaseti sadece kendi işi olarak görüyor. Siyaset artık uzmanlık işidir. Ona göre halk bilmiyor. Halkın bilmediği şey siyaset olmaz ki flu alan olur, gayri meşru şeyler olur. Siyasetin demokratikleştirilmesi Kürt sorununun çözümünde ve hataların giderilmesinde önemlidir. Tam demokrasiyi her yerde uygulamak zorundayız. Bu bizim için bir lütuf değildir, yetki halkındır. Demokrasiyi katlediyorsak burada bir sorun vardır. Sosyal medyada vs. ahlaki çöküntü yaşanıyor ya bu tür parti ve STK uygulamaları alternatif sosyal medya mecraları olabilir.”

Silahların susması ve şiddetin devre dışı kalması için ilk adımı devlet atmalıdır

“Silahların susması ve devre dışı kalması gerekiyor. Burada ilk adımı atması gereken gücü elinde bulunduran devlettir. Devlet bu adımı attıktan sonra siyasetçilere düşen de özgüvenle bunun devamını getirmektir. Yaptığımız budur ve suçlama konusu yapılmıştır. Burada önemli olan demokratikleşmedir ve yapılması gereken eğitimdir. İlk adım ahlak ve erdemle mümkündür. Bilerek erdemli olunur.”

Özgür düşünce sorunların çözümü için önemlidir

“Özgür düşünce sorunların çözümü için önemlidir. Beyin ne kadar sınırlayıcılardan azade düşünebilir o da tartışmalıdır. Ama en azından farkında olunabilir. Biz düşünürken bile kaç duvara çarpıyoruz. Özgür düşünebilme özgür insan çok önemlidir. Kürt sorununun çözümünde eğitim müfredatı da çok önemlidir. Bu eğitim müfredatıyla hiçbir sorun çözülemeyeceğine göre Kürt sorunu da çözülemez.” 

Söylediklerimiz bugünkü cinnet hali içinde duyulmuyor olabilir

Demirtaş, savunmasının ilk gününde dinlerin emirlerini hatırlattığını belirterek “Artık evrensel bir erdemlilik tanımı var elimizde. Bu tanımlar ülkeden ülkeye, kişiden kişiye değişebiliyor. Bu da çatışma yaratıyor. O yüzden evrensel bir erdemlilik ve iyilik hali oluşturmalıyız. Eylemsiz, söylemsiz bir iyilik olmaz. Bu dava kapsamında bizim eylemimiz, sözümüz sadece bugüne dair bir çağrı değil esasen geleceğe dair yazılmış bir mektuptur. Söylediklerimiz bugünkü ırkçı faşizan histeri altında duyulmuyor olabilir ama cinnet halinden bir gün çıkılacaksa bizim yaptığımız gibi geleceğe yazılmış mektupların yardımıyla olacaktır. Bir tane fazladan beğeni, bir tane like uğruna insanların en aşağılık şekle girmekten çekinmediği bugünün gerçeküstü dünyasına da ruh haline de onun pespaye anti kültürüne de teslim olmayacağız. İnatla, ısrarla ve sabırla insani olanı, erdemli olanı savunmaya devam edeceğiz” dedi.

Sosyal medya fenomenlerinin gördüğü ilgiye de dikkat çeken Demirtaş, “Alenen insanların aklıyla alay eden, çalıp çırptığı servetiyle hava atan, tek bir kitap okumayan kimi sosyal medya fenomenlerinin 10 milyon kadar takipçisi var. Bu bir ölçü değil ama bunu sorgulamayan siyaseti bizim sorgulamamız lazım. Nasıl oluyor o kişi bir kanaat öncüsü haline geliyor da hayatını barış ve demokrasi mücadelesine adamış insanlar kanaat önderi olamıyor?” dedi ve şöyle devam etti:

Dileriz ki Kürt Türk çocuklarımız bir arada barış içinde yaşasın

“Bir zamanlar direnişin ve onurun kenti olan pek çok kentimizde çocuk yaşta insanların fuhuşa ve uyuşturucuya sürüklenmesi halkın değil bu aşağılık politikalar karşısında duramayan politikacıların suçu ve sorumluluğudur. Kafasını kuma gömerek siyaset yapmanın sonucu işte bu trajik sondur. Şimdi artık öze dönmek, insanlığa dönmek, erdemli ve onurlu yaşama dönmek için canla başla çalışma zamanıdır. Onurlu bir yaşam için yola çıkanların toplumu bu ahlaki çöküşten çıkarmanın yolunu bulmak gibi bir tarihsel sorumluğu vardır. Kimlik, dil ve ulusal haklarımızı kazanmak tek başına bizi onurlu insan yapmaz. Ulusal haklarımız elbette vazgeçilmezimdir ve bir gün mutlaka sahip olacağız. Bunlarla birlikte eş zamanlı olarak anlamlı, erdemli, onurlu yaşam mücadelesini de sürdürmek zorundayız. Aksi takdirde ödediğimiz tüm bedeller günü gelir kapitalist modernite ve onun cafcaflı kültüründe savrulup küle döner. Bu davada bu anlayışı savunmaya gayret ettik. Çünkü davanın iddianamesinin gizli hedefi insani değerlere saldırmaktır. Biz de bu nedenle insani olanı savunuyoruz. Sadece kimliği ve diliyle değil onuru ve erdemiyle kamil insanı ve büyük insanlığı savunduk. Dilerim bu küçük hücrelerden gönderdiğimiz mektuplar özellikle gençlerimize ve çocuklarımıza ulaşır. Türk Kürt gençlerimiz eşitçe, onurluca ve barış içinde bir arada yaşamayı başarırlar. Biz yüzyıldır bunu başaramadık. Ne tam ayrılabildik ne tam kavuşabildik. Bunda bizim suçumuz çok azdır. Egemenlerin bağnazlığının, ırkçılığının ve kibirliliğinin bedelini ödedik. Yeni nesiller bu hataları tekrarlamaz umarım. Türk gençleri kendi devletlerinin yanlış politikalarını sorgulayıp hakikatle yüzleşerek çözüme katkı sunarlar diye umuyorum. Kürt gençleri de kendi dillerini, tarihini, kültürlerini daha çok sahiplenip daha çok okurlar, daha çok kalem tutarlar ve kesintili ilerleyen Kürt aydınlanmasını tamamlar diye umuyorum.” 

Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi bütün Türkiye’ye nefes aldıracaktır

Kürt sorunun çözümüne ilişkin önerilerini de dile getiren Demirtaş, beyanlarını şöyle tamamladı: 

“Kürt sorununun çözümden anladığım şeyi ve çözüm yöntemini maddeler halinde sıralamak istiyorum:

1- Muhataplarıyla müzakere edilerek silahlı mücadeleye son verilmesi sağlanmalıdır. Bu konuda yasal düzenleme yapılarak hızlı, etkili ve kalıcı sonuç alınmalıdır.

2- Demokratik siyasetin önündeki tüm yasal ve idari engeller kaldırılmalı; gösteri, grev, yürüyüş, miting, örgütlenme ve ifade hürriyeti evrensel standartlarla uyumlu hale getirilmelidir.

3- Kürt sorununun nihai çözüm yeri TBMM'dir. Bu yönüyle de tüm siyasi partiler çözümün tarafıdır. Esas hedef yeni, özgürlükçü, sivil bir anayasa ile sadece Kürt sorununun değil tüm toplumsal sorunların çözümü olmalıdır.

4- Kürtlerin bir halk olarak kabulü, anadilini tüm toplumsal alanlarda özgürce kullanması; tarihini, kültürünü koruyup geliştirmesi; kendi kimliğiyle örgütlenmesi; kendini yönetme hakkının tanınması hususlarının anayasal güvenceye alınması.

5- Geçmişte yaşanan acıların, işlenen suçların araştırılıp hakikatle yüzleşmenin sağlanması.

6- Resmi ideoloji ve resmi tarih dayatmasından vazgeçilerek bilimsel, objektif tarih ve demokratik cumhuriyet modeliyle devletin reorganizasyona tabi tutulması. Eleştirel pedagojik, bilimsel eğitime geçilmesi.

7- Kürt sorununun sonucu olarak ortaya çıkmış ceza davalarının düşürülmesi, TMK'nın kaldırılması, tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması.”

“Belirttiğim bu hususlar dışarıda tartışılıyor, tartışılacak. Bütün bunların tartışılmasına imkan sağlanırsa Türkiye’deki her sorunun, Kürt sorununun siyasi yöntemlerle, barışçıl yöntemlerle çözümü sağlanmış olabilir. Bu davanın buna vesile olmasını diliyorum. Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi bütün Türkiye’ye nefes aldıracaktır. 84 milyon insanın cebinden, sofrasından eksilenler savaşa, kana ve gözyaşına değil yatırıma ve kalkınmaya harcanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Kürtleri yanına almakla bölgesel barış misyonunu güçlendirecektir. Suriye, Irak ve İran’da yaşayan milyonlarca Kürt başta olmak üzere tüm Kürtler Türkiye’nin demokrasinin ve ekonomisinin güçlenmesini sağlayacaktır. Türkiye’de her şeyden önemlisi ölümler yaşanmayacak, gençlerin cenazesi anaların babaların yüreğini dağlamayacaktır. Kamplaşma kutuplaşma gündemden düşecek, daha huzurlu bir Türkiye’de beraber yaşamak herkes için onurlu erdemli bir hayata dönüşecektir.” 

Ödediğimiz bedeller barışa katkı sunsun, biz hayatımızı vermeye hazırız

“Bizim çağrımız öncelikle Türk kardeşlerimizedir; Edirne’ye, İzmir’e, Samsun’a, Adana’ya Kırşehir’e ve en çok da Ankara’yadır. Biz Kürtler 81 vilayette birlikte yaşamaya taraftarız. Sadece kendi dilimize, kültürümüze, siyasal irademize saygı ve siyasal güvence istiyoruz. Bunlar halk olarak bizim en doğal, en temel, en insani haklarımızdır. Türk halkı kardeş olarak görüyorsa eğer Kürt halkının haklarını bizden daha güçlü ve istekli bir şekilde savunmalıdır. Bizler artık kimlik, inanç, mezhep sorunlarımızı el birliğiyle çözüp yoksulluğa ve işsizliğe karşı el birliğiyle bir mücadeleyi yürütmeliyiz. Aslolan sınıf mücadelesi, emek ve ekmek mücadelesidir. Bugüne kadar her iki mücadeleyi iç içe yürütmeye çalıştık ama ulusal kimlik ve inanç temelli sorunlar çözülürse sınıf mücadelesi daha güçlü yürütülebilir. Bu nedenle Türkiye’nin sol sosyalist güçlerine çağrı yapıyoruz. Kürt sorununda barışçıl çözüm için katkı sunmalarını diliyoruz. Partimiz DEM Parti de barışın sağlanması konusunda özgüvenli ve inisiyatifli olmalıdır. Yetkinliğini ve iradesini barışçıl çözüm için sonuna kadar kullanmalıdır. Biz Kürt halkı olarak 150 yıldır çözüm arıyoruz ve bunun için ağır bedel ödüyoruz. Bu dava onlardan biriydi. Bu davanın sonuna doğru gelirken bir kez daha bütün kalbimle şunu söylemek isterim. Bizim ödediğimiz bedeller barışa vesile olsun, biz canımızdan bile vazgeçeriz. İnşallah herkes tüm bu yaşananlardan doğru dersler çıkarır, müzakereye ve masaya döner. Halkımıza söz verdiğimiz barışı sağlamış oluruz. Bitirirken bizimle bu dava sürecinde fedakarca yürekten dayanışma gösteren herkese ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. Cezaevlerinde bulunan bütün siyasi tutsaklar bizimle gerçekten büyük dayanışma gösterdiler.”

Bizi yalnız bırakmayan herkese sonsuz teşekkürler 

Demirtaş tutuklu yazar Murat Türk’ten gelen şiirle sözlerini tamamladı ve şöyle devam etti: “En başta bizi yalnız bırakmayan bütün halkımıza, Genel Merkezimizden bütün siyasetçilerimize, tarihin belki de en kapsamlı davasına bakan avukat arkadaşlara, bizden daha çok Sincan’da tutuklu kalan ve bu dava bittiğinde inşallah Sincan’dan tahliye edeceğimiz parti avukatlarımıza, çocuklarıma, eşime, danışmanlarıma, avukatlarıma, hücre arkadaşlarıma, dosya arkadaşlarıma -ki onlarla yargılanmak bir onurdur- herkese, hepinize sonsuz teşekkürler.”

8 Ocak 2024

Kaynak: Haber Merkezi