Röportaj: Dursun ERKILIÇ
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısına dair birçok esere imza atan yazar Yüksel Işık, bireysel özgürlüklerin, toplumsal adaletin ve demokrasi kültürünün önemini vurgulayan çalışmalar yapıyor. Işık, halkın refahı için çağdaş, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetimin mümkün olduğunu belirtiyor. Siyaset, iletişim yönetimi ve sendikalar üzerine yoğunlaşan araştırmalarıyla tanınan ve Türkiye’deki ilk ve tek kapsamlı çalışma olan “Temel Belediyecilik Sözlüğü” kitabını yazan Yüksel Işık ile Türkiye’nin siyasal, sosyal yapısından yönetim sorunlarına ve belediyeciliğine kadar geniş bir yelpazede konuştuk.
- Kitaplarınızda sık sık demokrasi ve özgürlük konularını ele alıyorsunuz. Türkiye’de özgürlükçü bir yapıya geçiş mümkün mü?
- Elbette mümkün. Üstelik özgürlük ve demokrasi genlerimizde var. İster Orta Asya’daki Türk tarihine bakın, ister Hacı Bektaş Veli’nin simgelediği Anadolu irfanına bakın, tarihimizde özgürlük ve demokrasi tutkusunun izleri var. Mustafa Kemal Atatürk, bu toprakların özgürleşmesi için üzerindeki üniformayı çıkartıp sivil olmayı göze almıştı. Tarih, geleceğin el feneridir. Bu fenerin bize yol göstermesi için üzerimize düşeni yapabilirsek, Türkiye, insanlığın ortak birikimi niteliğindeki özgürlükleri benimseyerek daha demokratik bir ülke olabilir. Özgürlükçü bir düzenin sağlanması, yönetim sisteminde şeffaflık ve halkın yönetime aktif katılımı ile mümkündür. Ancak bu, başkalarından beklenebilecek bir şey değil, hepimizin birlikte mücadele etmesi gereken bir süreçtir.
- Siyasal İslâm ve sendikal hareketlere dair çalışmalarınız var. Bu konuları neden seçtiniz?
Bir toplumun bireyi olabilmek, o toplumu sevmekle başlar. Karşılaşabileceği sorunlara karşı uyarmak, önlem alması için çağrıda bulunmaktır. Nazım ustanın, “İnsanların içindeyim seviyorum insanları” dizesi, benim için önemli bir ölçüdür. Bir çeşit aydın sorumluluğu da denebilir buna. Gelelim yazma gerekçeme. Ben Siyasal İslam ve Sendikalar’ı yazdığımda, bugünkü iktidarın ilk nüveleri atılmıştı. Yaşanan bölünmüşlükler nedeniyle Ankara ve İstanbul belediyeleri dini siyasete alet edenlerin eline geçmişti. Günümüz sendikaları, bir çeşit ideolojik aygıta dönüşmüş durumdalar ve toplumsal değişim üzerinde çok etkili yapılar. Sendikaların içine düştükleri açmazdan kurtulmaları gerekirken birer ideolojik aygıt haline dönüşmeleri ve üstelik bunu dini siyasete alet ederek inançlı Müslümanları aldatacak hırsta olanların inisiyatifine geçmeleri, görmezden gelinecek bir durum değildi. Çünkü aydın önceden görendir, uyarandır, akıntıya karşı durandır. Bu nedenle siyasal İslam’ın nasıl bir arka plana sahip olduğunu ve sendikaları kullanarak, toplumu nasıl dönüştüreceğini anlatmak istedim. Siyasal İslam’a yönelik eleştirilerimden önce Sendikal Bürokrasi ile birlikte yol yürümekten imtina etmeyen Türk Solunun sendikalara bakışını da eleştirdim. “Sendikalar Kimin Örgütü?” kitabımı da bu amaçla yazdım.
Kamburları sırtımızdan atalım
Ben, 12 Eylül darbesini, bireysel olarak da en şiddetli yaşamış ama inatla ve ısrarla “kamburları sırtımızdan atmak” gerektiğine inanan bir kuşağın temsilcisiyim. Hatırlarsanız, o karabasan günlerinde en ipe sapa gelmez ihbarlarla evler basılır; evde bir genç varsa alınıp götürülürdü. Ben de evi basılan ve buldukları bir kamyonet dolusu kitap nedeniyle pek çok yaşıtım gibi gözaltına alınıp, “kanaat” üzerine tutuklanmış biriyim. Demokrasinin içselleştirildiği bir ülkede 19 yaşındaki bir gencin evinde kamyonet dolusu kitap bulunsa o genci pamuklara sararlardı ama burada cezaevine attılar. Bu ülke aydının kaderidir bu. Benim için o süreç, iyi bir eğitim süreci oldu. Bir çeşit yüksek lisansa yaptım orada. Orada öğrendiğim şu ki bize düşen görev, bizim gördüğümüz ama toplumun henüz göremediği tehlikeleri anlatmak ve yol göstermektir. Çıkışta, biriktirdiğim sözleri söylemek amacıyla ve henüz öğrencilik yıllarımda bir grup arkadaşımla birlikte Yeni Aşama adlı bir haber araştırma dergisi çıkardık. İstiyorduk ki başkasının “gözündeki çöpü görmeden önce kendi gözümüzdeki merteği” görelim. Örneğin, Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline karşı neden sessiz kalınmıştı? Neden, “Afganistan: Kamburları Sırtımızdan Atalım” yazısının yazılması için Yeni Aşama’nın çıkışını beklemek zorunda kalmıştık? İlkeli olmak önemli. İlkeli olursanız, doğruya doğru derseniz, eninde sonunda varacağınız yere varırsınız.
- Söylediklerinizden bugünün Türkiye’sinde bir yönetim sorunu olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Bu sorunu nasıl tanımlarsınız?
Yılların gazetecisisiniz; sorunun yanıttan daha önemli olduğu bilecek bir tecrübeye sahipsiniz. Bu sorunuza katkı olması açısından “yönetmenin amacı nedir?” diye bir ek yapsam, en basit haliyle toplumsal ortak taleplerin yerinde, zamanında ve doğru biçimde karşılanması yanıtını veririz. Bugünümüz ekonomiden toplumsal yaşama kadar en geniş haliyle rahat, toplumsal geleceğimiz de güvence altına alınsın isteriz. Böyle değil, gençlerimiz işsiz, çalışanımız memnun değil, emeklimiz geçinemiyor; en kötüsü de geleceğe olan güvenimiz kalmamış. Ağır aksak bir demokrasimiz vardı. “Sistem yavaş işliyor” gerekçesiyle başkanlık sistemine geçildi. Üstelik 2.5 milyon mühürsüz oy travmasının sayesinde. Evrensel demokrasi ilkelerinin, tarihimizden bize miras kalan geleneklerin onca tecrübesi orta yerde iken bütün yetkileri “tek adam”a havale eden bu sistemin işlemesi mümkün değildi. İşlemiyor zaten. Adına denge-denetim denilen bir mekanizma yoksa yönetimin insafına kalmışız demektir. Yaşanan onca acı tecrübeden sonra Mustafa Kemal’in kendisine önerilen ve fakat reddettiği “tek adamlığı” yeniden getirdik. Büyük Taarruz kararı, katılımcı bir modelle alınmıştı. Nutuk, yalnızca bir tarihi vesika değil, almasını bilen için çok büyük bir hesap verebilirlik dersidir. Bugünkü sistem ise katılımcılığı, şeffaflığı ve hesap verebilirliği gereksiz görüyor. Büyük ve önemli bir ülkedir Türkiye; kendi gücüne güvenebilirse hem özgürlükleri güvence altına alabilir hem de uluslar liginde konumunu daha itibarlı bir hale getirebilir.
- Anadolu halk kültürünün demokrasi ve özgürlükle bağlantısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anadolu halk kültürünün simge isimlerini bir çırpıda saymaya kalkıştığımızda Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Mevlana diyebiliriz. Pek çok isim var ama bir röportajın sınırını ihlal etmeden o damardan beslenen Neşet Baba’yı, Aşık Veysel’i de unutmayalım. Bir örnek vereyim; Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelmesi, bir meydan toplantısından sonra alınan kararın sonucudur. Meydan, Horasan erenlerinin bir ateş çemberi etrafında toplanıp, sorunlara ilişkin teati ettikleri ve o sorunun çözümü doğrultusunda adım attıkları bir demokrasi toplantısına verilen addır. Keza Ahi Evran, toplumu en küçük hücresine kadar örgütleyen, fazla paranın tamaha yol açacağını, ahilik için gündelik hayatı sürdürecek kadar maddiyatın yeterli olduğunu ve fazlasının toplum yararına bırakılması gerektiğini düşünen ve uygulayan biridir. Yani aslında Anadolu kültürü, dayanışma ve eşitlik gibi demokratik değerlerin ilkel de olsa nüvesi gibidir. Bu kültürden çıkartacağımız dersler, özgür ve eşitlikçi bir toplum inşa etmemiz için bize yol gösterir. Yararlanmasını bilirsek tarih, geleceğe ayna tutar.
Belediyecilik, her ağaca elin, her karış toprağa terin değmesidir
- Sizin bir de belediyeci tarafınız var. Biraz da o yönünüzden bahseder misiniz?
Ben aslında, çekirdekten belediyeciyim. Gençliğimden beri savunduğum ilkelerin yaşam bulması için bir yol bulmam gerekti. O sırada karşıma belediyeci olabilme olasılığı çıktı. Gazetecilik mesleğinin de dönüşüme uğradığı 1990’lı yıllardı ve ben hiç tereddüt etmeden belediyeciliği seçtim. İçine girince belediyeciliğin çok önemli bir işlevi olduğunu fark ettim. Belediyeler, halk arasında “adam asmak ve para basmak” dışında her işi yapabilen yer olarak tanımlanır. Biraz müstehzi bir durum ama isterse neler yapılabileceğini anlatmak için üretilmiş bir kavram. ABB Başkanı Sayın Mansur Yavaş’ın bu kadar sevilme ve ilgi görme nedenlerinin başında Ankaralının ihtiyacı neyse onu yapıyor olması geliyor. Bahane üretmiyor yani.
- Siz de Sayın Yavaş’ın ekibindensiniz.
Evet öyle. Ben 1991’de Çankaya Belediyesi’ne muhabir olarak başladım. Ardından Halkla İlişkiler Uzmanı, Müdür Yardımcısı ve Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğüne getirildim. Ardından Çankaya Belediyesi Başkan Yardımcısı oldum. “Koltuklar sıcaktır, oturan bir daha kalkmak istemez” diye bir söz vardır ya, ben o sözü çürüğe çıkartanlardanım. Daha işin başında yeni seçilen belediye başkanına istifamı sundum. “Herkesin Başkan Yardımcısı olmak için sıraya girdiği bir yerde neden istifa ediyorsun ki” diye hayretini belirtti. Ona, “sizinle çalışmam zor” diye kısa bir yanıt verdim. O günden sonra siyaset iletişimi ve iletişim yönetimi alanında tecrübelerimi kitaplaştırdım. Konferanslar verdim. Benim için belediyecilik, esasında Bedri Rahmi’nin “Sana Büyük Şehirlerden Bahsedeceğim” şiirinde geçen şu dizelerdeki gibidir.
“…Sokaklarında tanımadık yüz,
Ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
Her ağacına elin,
Her karış toprağına terin değsin.
Ve kuytu evlerden birinde
Senden habersiz ölenler olmasın.”
Belediyecilik yaşamım boyunca bu şiirin özünü kendime ilke edindim. Güzel işlere katkı verdim, çok tecrübe biriktirdim. Sayın Yavaş da, bu güzel işlerimizden ve biriktirdiğimiz tecrübelerden hareketle birlikte çalışmak için davet etti beni. O gün bugündür, ABB’de Sosyal Medya Daire Başkanlığını yürütüyorum. Başarı için işini içtenlikle yapan, bilgi ve belgeye dayalı çalışan ve asla halkı yanıltmayan bir yol izlemek gerektiğini bilen güçlü bir ekibimiz var. Asıl işi onlar yapıyor. Hani diyorlar ya, “Mansur Beyin algısı çok güçlü” diye. Hiç kuşkunuz olmasın, güçlü algıların besin kaynağı olgulardır. Gerçekliktir yani. Olgu yoksa yani iş yapılmıyorsa algı oluşmaz. Bana zaman zaman, “CHP’li başkan döneminde üstlendiğin çok önemli bir görevden istifa ettin ama başka bir siyaset kültürüyle şekillenip CHP’ye gelen Mansur Bey ile çalışmayı kabul ettin, bu bir çelişki değil mi?” diye soruyorlar. Onlara şu yanıtı veriyorum: “Yaftaları bir kenara bırakın, olup bitene odaklanın.”
- Her şey istediğiniz gibi gidiyor diyebilir miyiz?
Bizim göremediğimiz eksiğimiz, aksağımız olabilir ama daha ilk döneminde bütün Türkiye’nin ve dünyanın ilgisini çeken bir belediyecilik modeli ortaya çıktı. Düşünsenize, “Bakmayın kocaman sıfatlar yakıştırılmasına. Bizim herhangi bir memurdan farkımız yok, maaşımızı da siz ödüyorsunuz. Yaptığımız bütün işlerin parası da sizden çıkıyor” diyebilen kaç belediye başkanımız var? Bana gelince… Gerçekleşmesini istediğim, hayal ettiğim şeyler var elbette. Örneğin görev alanıma girmediği için ilgilerinin yerine getirmesi için temennide bulunduğum bir Kent Araştırmalar Merkezi, bir de Ankara Kitaplığı kurulmasını çok isterim.
Kent Araştırmaları Merkezi, Ankara’nın tarihi ve kişilikli kimliğini açığa çıkartacak ve Ankara’ya öncü kent kimliğini kazandıracak bir projedir. Keza Ankara Kitaplığı da öyle. Umarım gerçekleşir. Bütün bu röportajı özetler nitelikte şu söz de son sözüm olsun, “Mücadele edenler her zaman kazanamayabilir ama kazananlar ısrarla mücadele edenlerdir.”