Gazeteci Fehmi Koru, bugünkü köşesinde, Türkiye’nin deprem gerçeğini ele aldı. Vatandaşları uyaran uzmanlara seslenen Gazeteci Koru, “acaba uzmanların kendileri depreme dayanıklı binalarda mı yaşıyorlar, tavsiyelerinin gereğini yerine getiriyorlar mı?” sorusunu sordu.
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu suikastı davasının sanıklarından Nuri Gökhan Bozkır, adli kontrol şartlarına uymadığı gerekçesiyle tutuklanmasına da değinen Koru, “22 yıl önce suikasta uğramış Doç. Necip Hablemitoğlu’nu öldürenler olduğu iddiasıyla haklarında savcılık iddianamesi hazırlanmış kişiler serbest bırakılmıştı. Bir bakıyorum, suikast timinin üyesi olduğu gerekçesiyle daha önce iki kez kamuoyu önüne çıkarılmış birinin yeniden yakalandığı ilan ediliyor ve ben bundan da büyük rahatsızlık duyuyorum” ifadelerini kullandı.
Koru’nun yazısının tamamı şöyle:
Televizyonların son zamanlarda en sık başvurduğu yorumcular deprem konusunun uzmanları. İçlerinde Türkçe bilen bir Japon uzman da var.
Onları dinledikçe benim aklıma sürekli aynı soru takılıyor: Uzmanlar da İstanbul’u mesken tutan veya öyle olmasa bile iş veya ziyaret için İstanbul’a gelen 20 milyona yakın insan gibi, kentimizde bulunuyorlar; acaba uzmanların kendileri depreme dayanıklı binalarda mı yaşıyorlar, tavsiyelerinin gereğini yerine getiriyorlar mı?
Umarım öyle bir yerde yaşıyor ve tavsiyelere de harfiyen uyuyorlardır.
Merak etmeyin, bu yazının konusu deprem değil. Yine siyaset. Ancak içinden geçtiğimiz günlerde yaşanan ve bizlere yaşatılanları, her an deprem olacakmış gibi söz edilen İstanbul’un durumuna benzetiyorum.
Kendimi de deprem uzmanlarına… Tabii siyaset konusunda…
Ülkede ve çevresinde olup bitenler beni çok rahatsız ediyor.
‘Çevre’ deyince, hem komşu ülkeleri hem de uzakta olsalar da aramızda ikili ve çoklu ilişkilerimiz bulunan ülkeleri anlayın. Yalnızca bizimle olan ilişkileri bakımından değil, o ülkelerin kendi içlerindeki gelişmeler bakımından da ülkemiz adına endişeler taşıyorum. İstemediğimiz halde, onlarda meydana gelen bazı gelişmeler yüzünden, içinden kolayca çıkılamayacak karmaşalara sürüklenebiliriz gibime geliyor.
İçeriye baktığımda ise, her yeni gelişme, bana yakın tanığı olduğum eski günlerdeki olağanüstülükleri hatırlatıyor ve aradaki benzerlikler endişe duymama sebep oluyor.
Aslına bakılırsa endişelenmemem gerekir; çünkü her şey, muhalefete göre, siyasi iktidarın istediği, planladığı, yarar göreceğini düşündüğü şekilde gelişiyor.
Yönetimde bulunanlar da, belli ki, yaşananları muhalefetin sunduğu gibi değerlendiriyorlar…
Gereğinden fazla önem atfedilmiş bir seçim var önümüzde. Sonuçta kentler ve kasabaların günlük işlerini görmekle görevli yerel yöneticileri seçeceğiz. Gerçek bu. Şu veya bu partinin aday göstereceği kişinin sandıktan diğer adaylardan daha çok oy alarak çıkması, İstanbul veya Hakkari belediye başkanlığını o kişinin üstlenmesi neden bu denli önemseniyor?
İstanbul, Ankara ve İzmir belediyelerinin başkanlıkları CHP’de kalsa veya AK Parti’ye geçse, bu durumun yalnızca kazanan-kaybeden siyasileri ve en fazla o illerde yaşayan kişileri ilgilendirmesi gerekmez mi?
Hayır, sanki öyle değil de, şimdiki başkanların yerlerinde kalması veya yerlerine bir başka partinin adayının gelmesi hayati önemdeymiş gibi bir hava var.
Önümüzde seçime kadar üç aylık bir süre bulunuyor ve yerel seçime atfedilen bu aşırının aşırısı önemden ötürü endişeleniyorum işte.
“Büyük bir miting düzenlenecek” türü bir haber alınca da geceleri uykum kaçıyor.
Mitingde neler konuşulduğu, hangi sloganların atıldığı, hangi pankartlar-bayraklar-posterler açıldığı ayrıntıları kulağıma eriştiğinde, “Keşke sağır olsaydım” diye düşündüğüm dahi oluyor.
Elinde bayrakla yürüyen yaşlı bir adama, onu durdurup rejim tartışmasına girişen bir gencin yumruk attığı görüntüsüyle akşam haberlerinde karşılaştığımda, endişelerim artıyor ve bu yüzden de kim haklı kim haksız değerlendirmem zihnimde bulanıklaşıyor…
Dün yazdığım konu da öyle. 22 yıl önce suikasta uğramış Doç. Necip Hablemitoğlu’nu öldürenler olduğu iddiasıyla haklarında savcılık iddianamesi hazırlanmış kişiler serbest bırakılmıştı. Bir bakıyorum, suikast timinin üyesi olduğu gerekçesiyle daha önce iki kez kamuoyu önüne çıkarılmış birinin yeniden yakalandığı ilan ediliyor ve ben bundan da büyük rahatsızlık duyuyorum.
Siyasetin içinde yer alan, her söylem ve eylemleri ile gelişmeleri etkileyenler var, onları izlemek bir filmi birkaç misli hızlandırarak izlemek gibi bir şey… Onları son zamanlarda izlemek, ne yalan söyleyeyim, müthiş başımı döndürüyor…
Bir de, siyaseti tribünlerde izleyen ve gelişmeleri günü gününe gözleyip kanaatlarını çeşitli zeminlerde paylaşanlar var. Bazıları uzun yıllardır tribünlerdeler ve her olağandışılıkta onların payları olduğunu, ben de aynı tribünde bulunduğum için, yakından biliyorum. Şimdilerde onların geçmişte en fazla rol oynamışları yine en önlerdeler; bunu görmek de beni bayağı telaşlandırıyor.
Devleti yönetenlerin “Büyütülecek bir şey yok” edasıyla konuya yaklaştıkları, ülkenin en tepe yargı kurumlarının birbirleriyle çelişen kararlarını da, ne yapayım, devleti yönetenler kadar hafife alamıyorum; her yeni karar beni eskiden izlediğim ve izlediğime bin pişman olduğum kötü bir filmi yeniden izliyormuşum hissine sürüklüyor; midem bulanıyor. İzlediğimiz film olsa sinemayı terk edeceğim, ama izlediğimiz maalesef film değil.
Her gün yazı yazma taahhüdüm olmasa, her şeyi bir kenara bırakıp kendimi güncel gelişmelere kapatacağım, ama olmuyor; okurlara ve kendime taahhüdüm şu sıralarda ciddiye aldığım tek şey.
Yılın ilk günü İstanbul’da yapılan mitinge davet için eşiyle birlikte bir video yayımlayan eski bakan, hayli zaman önce, görevden istifasını duyurmak için kaleme aldığı instagram mesajını, yanlış hatırlamıyorsam, “Allah sonumuzu hayreylesin” temennisiyle bitirmişti.
Ben bu yazıyı “Kurtlar dumanlı havayı sever” kalıbıyla sonlandıracaktım ama onunki daha güzel bir temenni…
Deprem konusuyla açtığım bu yazıya da o temenni daha fazla uyuyor.