Fahrettin Altun'un açıklamalarından satır başları şöyle:
"Geleceğin İletişimcileri Yarışması 10 Yaşında. Bu 10 yılda gençlerimiz, genç iletişimcilerimiz bu yarışmaya büyük teveccüh gösterdi, binlerce projeyle başvurdu. Bugüne dek, bu yarışma dolayısıyla 400’ü aşkın proje ödüllendirilmiş oldu. Bu yıl da 12 kategoride 36 proje, ödül almaya hak kazandı. Ödül almaya hak kazanan genç iletişimcilerimizi canı gönülden tebrik ediyorum, başarıları daim olsun. Bizler de tıpkı gençlerimiz gibi bu yarışmaya büyük önem veriyoruz, bu yarışma dolayısıyla büyük heyecan duyuyoruz. Genç iletişimcilerimizin hem kendilerinin hem de ülkemizin geleceğine katkı sağlayacak bu gayretlerini çok ama çok değerli görüyoruz. Zira iletişim dünyasına hâkim olacak, yön verebilecek donanımdaki gençlerin, yarının iletişim dünyasını şekillendireceklerini biliyoruz.
Biz inanıyoruz ki; genç iletişimcilerimiz, pak zihinleriyle iletişim ve medyada ezberleri tekrarlamak yerine ürettikleri özgün projelerle iletişim ekosistemine yeni soluklar getirecek, iletişim ve medyada ihtiyaç duyduğumuz yenilenmenin, kalkınmanın sağlanmasına katkıda bulunacaktır.
Türkiye olarak aktör özne olmak zorundayız
İletişim ve medya dünyası son yıllarda köklü değişimlere, dönüşümlere şahit oluyor.
Bu süreçte bizim önümüzde duran asli soru şudur: Biz bu dönüşümün neresindeyiz?Karşımızdaki enformasyon yağmuruna, veri bombardımanına ve dezenformasyon akışına karşı nasıl bir tutum takınacağız? Rüzgara kapılan bir figüran mı olacağız, yoksa süreçlere yön vermek için mücadele eden bir aktör olmayı mı tercih edeceğiz? Türkiye olarak bu dönüşüm süreçlerinde belirleyici bir aktör, bir başka deyişle özne olmak zorundayız.
Özne olduğumuz takdirde, mevcut enformasyon düzenindeki adaletsizliğe meydan okuyabiliriz.
Özne olduğumuz takdirde, yalan siyasetine, dezenformasyon politikalarına karşı hakikatin savunuculuğunu yapabiliriz. Özne olduğumuz takdirde bölgemizde, coğrafyamızda, İslam dünyasında, Türk dünyasında, Bağdat’ta, Tahran’da, Beyrut’ta, Kudüs’te veya Gazze’de yaşananları Batılı medya tekellerinin süzgecinden geçirerek değil, sahadan kendi bilgilerimizi edinerek bütün dünyaya anlatabiliriz. Özne olduğumuz takdirde, kendi ad ve hesabımıza konuşabiliriz.
Tanımlamak hükmetmektir
Bakınız, tanımlamak, hükmetmektir. Hikayeyi kim anlatıyorsa kahramanı da, iyiyi de kötüyü de o tayin eder. Bugün birçok düşünür, küresel iletişim rejiminde sömürgecilerin, sömürgeleştirilen insanların kendi hikayelerini anlatma hakkını nasıl ellerinden aldığını, Batı’nın medyatik temsillerinin mazlum halkların gerçek sesini ne şekilde bastırdığını, Batılı bilgi üretim süreçlerinin uyguladığı epistemik şiddet aracılığıyla tüm dünyada ezilenlerin hikayesini hangi yol ve yöntemlerle gizlediğini gözler önüne seren eserler veriyor.
Batı medyası Batı dışı dünyayı egzotik içeriklerle yahut şiddet içeren imgelerle temsil ederek, hem Batı dışındaki toplumlarla ilgili hakikati çarpıtıyor, hem de Batı’nın etnosantrizmini kurumsallaştırıyor. Eğer bu çarpık düzene itiraz etmez ve kendi hikayemizi anlatma imkanından mahrum kalırsak bu takdirde hem kendi varlığımızı tehlikeye atarız hem de hakikate ihanet ederiz. Oysa Aldous Huxley’in dediği gibi 'hakikatin saklanması, insanları köleleştirir; hakikatin ifşası ise insanları özgürleştirir'
Şunu özellikle vurgulamak isterim ki biz, sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde küresel dünya düzenindeki adaletsizlikle, sömürgeci politikalarla mücadele ederken aynı zamanda bu adaletsizliği ayakta tutan medya empeyarlizmiyle ve onun tanımlama tekeliyle de mücadele ediyoruz.
Sanal felekat koşullarında yaşıyoruz
'Sanal felaket koşullarında yaşıyoruz'! Evet, böyle diyordu Jean Baudrillard.
Sanal felaket koşulları! Hiç kuşkusuz, sanal felaket koşulları, hakikatin, hatta hakikat düşüncesinin tahrif edildiği bir insanlık durumunu anlatıyor. Dijitalleşme ve yapay zekanın yaygınlaşması ne yazık ki hakikat karşıtı bir enformasyon eko-sistemine zemin hazırlıyor.
Hep birlikte yalanın hükümferma oluşuna şahit oluyoruz. Bir yanda içerik enflasyonu yaşanırken, öte yandan sahici içeriklere ulaşmak giderek zorlaşıyor. Kamusal denetim günden güne güçleşiyor. Dolaşıma giren şey hakikat mi, yoksa hakikati tahrif eden, hakikat düşüncesini bile anlamsızlaştıran yalan, manipülasyon veya dezenformasyon mu?
Şurası çok açık ve net! Maruz kaldığımız dezenformasyon bombardımanında önümüze düşen içeriğin doğruluğunu teyit etmek, mecranın yapısı, işleyişi ve hızı dikkate alındığında, özellikle kullanıcılar için oldukça meşakkatli bir iş. Bu nedenle kamusal denetim ve düzenleme süreçlerine ihtiyacımız var. Bu ve benzeri zorlukları aşabilmek adına biz Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bünyesi altında Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ni kurduk.
Caydırıcı tedbirlere ihtiyacımız var
Bunu yaparken amacımız yalanın, manipülasyonun, dezenformasyonun tespiti ve doğru bilginin ulusal ve uluslararası kamuoylarıyla paylaşılması. Fakat kamusal yarar adına sadece doğrulama ve teyit mekanizmalarıyla yetinemeyiz. Sosyal medya başta olmak üzere dijital mecralara ilişkin etkin hukuki düzenlemelere, caydırıcı tedbirlere ihtiyacımız var. Zira bizler sayın Cumhurbaşkanımızın bugünkü konuşmalarında ifade ettikleri gibi, gençlerimizi sosyal medyanın ve dijital mecraların karanlık dehlizlerine teslim edemeyiz.
Bu platformların, şiddeti, vahşeti özendiren, yaygınlaştıran mecralara dönüştükleri açıktır.
Şunu da özellikle belirtmek isterim ki bu süreçte konvansiyonel medya kuruluşlarından da sorumlu yayıncılık ilkesi gereğince hareket etmesini bekliyoruz. Televizyon kanallarımız, gazetelerimiz reyting uğruna şiddeti, kötülüğü tüm detaylarıyla dramatize ederek sürekli kamuoyunun gündeminde tutamazlar, tutmamalıdırlar.
Yeni yasalara ihtiyacımız olduğu açıktır
Geleneksel medya kuruluşlarımız, sosyal medyadan önlerine düşen görüntüleri filtresiz şekilde daha geniş kitlelere yaymamak noktasında çok daha hassas davranmak zorundadır.
Küçük ve maddî hesaplar uğruna gençlerimizin popüler kültür ve dijital mecralar eliyle zehirlenmesine, bu yapılar için bir meta olarak görülmesine müsaade edemeyiz. Hukuk yaşayan bir kültürdür ve yeni ihtiyaçlara göre yeni yasalara ihtiyacımız olduğu açıktır. Zira kullanıcılar kadar, sosyal medya platformları da yalan, manipülasyon ve dezenformasyon içerikli paylaşımlardan sorumludur.
Ne var ki, söz konusu platformlar toplumsal sinir uçlarıyla oynayan, kutuplaşmaya sebebiyet veren; şiddeti, vahşeti, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, İslam karşıtlığını tetikleyen içeriklere göz yummakta, hatta bize öyle geliyor ki teşvik etmektedir. Kendilerini birer hakem gibi yansıtsalar da çoğu kez dünya siyasetinde bir oyuncu, bir aktör gibi hareket etmeye çalışmaktadırlar.
Dijital platformların terör ve şiddet propagandasına karşı dahi etkin bir denetim mekanizması kurmaktan kaçındığına, talep edilmesine rağmen bu türden paylaşımları kaldırmadığına, algoritmalar marifetiyle toplumu bir arada tutan temel değerleri hedef alan paylaşımların görünürlüğünü artırdıklarına şahit oluyoruz. Bu yapıların oluşturduğu siber tehditlere, hibrit tehditlere karşı siber vatanımızı korumak asli vazifemizdir.
İsrail Türk gazetecileri tekrar hedef aldı
Kimi dijital mecralarda olduğu gibi birçok Batılı konvansiyonel medya kuruluşu da çifte standartlı yaklaşımını sürdürüyor. Tam bir yıl geçti. Gazze’de bir yıldır devam eden soykırım sürecinde ne yazık ki Batılı hükümetlerin, Batılı medya şirketlerinin İsrail’in savaş suçlarına olan desteği katlanarak arttı. Kasıtlı bir şekilde gazetecileri, sağlık çalışanlarını, kundaktaki bebekleri, kadınları hedef alan İsrail, daha birkaç gün önce Türk gazetecileri tekrar hedef aldı.
İsrail güçlerinin koruduğu işgalci bir terörist, TRT Haber’in yayınına müdahale ederek gazeteci arkadaşlarımızı tehdit etti. Bir gün sonra ise, bu kez İsrail güçleri doğrudan aynı arkadaşlarımızın yayın yapmalarını engellemeye kalktı. İstilacı ve işgalci bir yapı olan İsrail, faili olduğu suçları biliyor. Soykırım bilinmesin, duyulmasın, görülmesin diye gazetecileri ve ailelerini 7 Ekim’den bu yana hedef alıyor. İsrail şu ana kadar Gazze’de 200’ye yakın gazeteciyi katletti.
En son Anadolu Ajansı Muhabiri Hasan Hamad, İsrail bombardımanını fotoğraflamaya çalışırken hedef gözetilerek şehid edildi.
Slogan atmaktan öteye geçilmiyor
Hakikati dünyaya duyurmaya çalışan gazetecilerin İsrail tarafından bu kadar pervasızca katledilmesine Filistin Televizyonu'nun Gazze muhabiri Salman El Beşir yeleğini, kasketini çıkararak isyan etmişti. Beraber çalıştığı gazeteci arkadaşının ailesiyle birlikte öldürüldüğünü öğrenince canlı yayında üzerindeki gazeteci yeleğini çıkararak; 'gazetecilerin uluslararası koruma altında olduğuna dair konuşulan bütün şeyler slogan olmaktan öteye geçmiyor' demişti.
Ne kadar haklı, ne kadar da trajik bir haykırış değil mi? Fakat güneş balçıkla sıvanmaz!
Hakikat tüm yakıcılığıyla İsrail'in peşini bırakmayacak. Gerek İsrail’in, gerekse de işbirlikçilerinin şunu artık anlamaları gerekiyor: Bizler cesaretle, hakikat ve adalet şuuruyla bölgede soykırımcılarla mücadele etmeye devam edeceğiz. Gazze’de 200’ye yakın gazeteci öldürülürken sessiz kalan küresel şebekeye karşı bizler, buradaki kötülüğü buradaki çifte standardı ifşa etmeyi sürdüreceğiz.
Ulaşılacak birçok hedef var
Bizler, Gazze’de olduğu gibi Batı Şeria’da, Kudüs’te olduğu gibi Lübnan’da da iletişim kanallarını açık tutacak ve İsrail’in saldırılarını dünyaya duyurmaya devam edeceğiz. Bölgemizde kalıcı barışın, adaletin ve istikrarın tesisi ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği gibi daha adil bir dünyanın inşa edilmesi için iletişim ve medya alanında üzerimize düşen her türlü gayreti göstereceğiz.
Bugün hem ülkemiz hem bölgemiz hem de tüm dünya için siyasetten ekonomiye, kültür-sanattan iletişim ve medya alanına kadar birçok alanda yapılacak çok iş, ulaşılacak birçok hedef var. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak geleceği daha iyi ve daha adil bir şekilde inşa etmenin bugünün gençlerine yatırım yapmaktan geçtiğini çok iyi biliyoruz. Daha insani, daha müreffeh ve daha adaletli bir sistemin inşa edilmesi için bugün burada olduğu gibi gençlerimizi her alanda desteklemeyi sürdüreceğiz. Aşkla, şevkle ve heyecanla üreten gençlerimizin arkasında durmaya devam edeceğiz."