TBMM Genel Kurulu'nda, Cumhurbaşkanlığı ve bağlı kuruluşların 2025 yılı bütçe görüşmeleri devam ediyor. Burada söz alan DEM Parti Urfa Milletvekili Mithat Sancar'ın açıklamaları şu şekilde:
"Güvenlik anlayışı soğuk savaştan sonra değişmeye başladı. Devlet odaklı ve askeri nitelikli savunma veya güvenlik kavramının yerine geçecek başka terimler üretildi. Bunların başında da insani güvenlik kavramı geliyor.
Bu kavram, elbette ki devleti ve askeri amaçları odağına almıyor. İnsanı odağına alıyor. Devleti odağına alan güvenlik anlayışı sürekli askeri harcamalara yatırım yapar ve askeri harcamaların önemine vurgu yapar. Şimdiki bütçede de durum bundan farklı değildir.
Burada elbette milli güvenliğin bütünüyle bir kenara bırakılmasını savunan bir yaklaşımdan söz etmiyoruz ama güvenlik anlayışının değişmesi yönünde güçlü bir eğim söz konusu, bunun altını çizmek istiyoruz. Çünkü devleti ve askeri harcamaları esas alan güvenlik anlayışı eninde sonunda savaşlara yatırım yapmak anlamına geliyor. Her askeri harcama savunma amaçlı olarak açıklansa bile sonuçta savaş harcaması, savaş ihtimali temelinde gelişir.
"Eğer gerçekten barış istiyorsak insanların eşit bir şekilde hayata geçirebilecekleri bir düzen yaratmak gerekiyor"
Savaşın karşıtı olarak barış kavramı vardır. Barışın Türkiye’de sevilen, itibar edilen bir sözcük olduğunu söylememiz kolay değil. İçselleştirilen bir değer olduğunu söylemek daha da zor. Yaşanan bir durum, bir gerçeklik olduğunu söylemek ise imkansız. Nerede olursa olsun bir savaş ya da çatışma bunun sonlandırılması elbette önemli.
Barışın da ön aşaması budur. Ancak barış bundan ibaret değildir. Barış çok daha geniş bir kavram, şiddetin de her türüne atıf yapan bir çözüm yoludur. Bizler de yıllardır bunları tartışıyoruz. Bizde de barış talebi sürekli gündemde ama bu konuda maalesef bu güne kadar istediğimiz sonuca ulaşamadık. Barış durumunu yaratamadık. Bu durumu hepimizin olgun bir şekilde değerlendirmesi gerekiyor. Barışın kurulabilmesi için savaşı ya da şiddeti ortaya çıkartan nedenlerin ortadan kaldırılması gerekiyor. İnsanların kendi potansiyelleriyle yaşama imkanlarının sağlanması gerekiyor.
Eğer bir insanı dilinden, kültüründen yoksun bırakırsanız bu onu kendi potansiyelinin altında yaşaması sonucunu doğurur. Bu da bir şiddettir. Eğer gerçekten barış istiyorsak insanların bütün potansiyellerini eşit bir şekilde hayata geçirebilecekleri bir düzen yaratmak gerekiyor.
"Her gün öfke,düşmanlık içeren söylemleri tekrar etmek, barışa giden yolu zedeler"
Barışın bütünsel bir kavram olduğunu da unutmayalım. Özellikle Türkiye’nin bulunduğu bölgede ve şu anda tartıştığımız meselelerle bağlantılı olarak baktığımızda bu bütünselliği daha iyi görebiliriz. Türkiye'de barış meselesi esas olarak Kürt sorununa demokratik çözüm, çatışmaların nihai olarak bitirilmesi hedefine yönelmek zorunda olan bir süreç.
Bu sürecin işlemesi de o kadar kolay değil. Yani sadece barış sözlerinin edilmesiyle süreci ilerletmek mümkün olmuyor maalesef. Onun işin çeşitli adımlar atmak ve çeşitli tedbirler almak gerekiyor. Bir defa barışın dilini yerleştirmeye ihtiyaç var. Eğer eski alışkanlıklarla konuşmaya devam ederseniz barışın dilini yerleştirmeniz söz konusu olmaz. Barışın dili yerleşmeden de barışı kurmanız çok çok zor olur.
Bu nedenle her gün öfke, nefret, düşmanlık içeren söylemleri tekrar etmek, barışa giden yolu zedeler, barışa giden yolu tahrip eder, barış yürüyüşünü zorlaştırır. İkincisi, bir defa bu barış dili herkesin kaygılarını, umutlarını, beklentilerini ve endişelerini dikkate almayı da gerektirir. Yani Türkiye'de Kürt sorununda barış olacaksa bunun mutlaka bütün toplumu ikna edicek bir genişlikte, bir kapsayıcılıkda kurgulanması ve işletilmesi gerekiyor.
Kaygılar, endişeler söz konusu olabilir. Sadece savaştan beslenenlerin muhalefeti bir kenara, onu dikkate almak gerekmez ama başka kaygıları olan insanları da mutlaka dinlemek ve bu kaygıları giderecek adımlar atmak gerekiyor. Şimdi, barışçıl Türkiye'de Kürt sorununda barışı kurabilmemiz için en başta bir bölgesel barış perspektifine de artık kaçınılmaz olarak ihtiyacımız var. Aslında, uzun süredir böyle bu ama maalesef bu boyutu görülmek istenmiyordu.
"Barışın ne kadar önemli olduğunu, savaş hakikatinin acısını yaşayan herkes çok iyi bilir"
Şimdi, Rojava'dan söz ediliyor, Rojava sanki büyük bir tehdit merkezi olarak algılanıyor. Rojava, sanki Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden bir tehlike kaynağı olarak sunuluyor. Süre az ama yine de çok kısa söyleyeyim, Rojova'da elbette çok boyutlu, bütün alanlarda işleyen bir yaşam var. Ben, Nusaybin'de doğmuş, büyümüş bir insan olarak Rojava'yı çocukluğumda tanıdım çünkü karşı taraf Kamışlı'daydı. Benim ana dilim Arapça ama çocukluğumda Türkçe öğrendim, akrabalarımın bir kısmı Kamışlı'da yaşıyordu, Kamışlı'ya gidip gelirdik, yürüyerek gidip gelirdik.
Bu kadar iç içe geçmiş bir toplum gerçeğinden ve bir coğrafyadan söz ediyoruz. Orada barışı orayı da kapsayacak şekilde, Rojava'yı da kapsayacak şekilde, Rojava'daki Kürtlerin haklarını da kabul edecek şekilde düşünmemek barış konusunda gerçekten yol almamızı da zorlaştırır, hatta imkansızlaştırır diyeyim.
Aslında üzerinde durulabilecek çok konu var ama ben çok kısa şunu da söyleyeyim: Barış istemek bazen zayıflık olarak görülüyor. Barış talebini dile getirenler sanki korkakmış gibi bir değerlendirmeyle karşılaşabiliyorlar ama barışın ne kadar önemli olduğunu, savaş hakikatinin acısını yaşayan herkes çok iyi bilir. Barış çelebiliği diye bir şey var, o da savaşın yıkıcı hakikatini ve barışın yapıcı erdemini tanımakla oluşan bir durumdur.
Şimdi, hepimizin bu konuda sorumlu davranma zorunluluğu vardır. Evet, insani güvenlik üzerine bir kalıcı bölgesel barışı kurmak mümkündür, hatta bir mecburiyettir hepimiz için çünkü burada fay hatları çok fazla ve çok canlı. Bunlarla oynamaya kalkmak isteyen ya da oynamak isteyen güçler de fazla, onu da biliyoruz. O halde bizler bu fay hatlarının yaratabileceği büyük yıkımları ve felaketleri dikkate alan bir anlayışla sorunlara yaklaşmalıyız. O zaman görürüz ki hem ülkede hem de bölgede barış konusunda bizim katkımız çok büyük olur"