Marmara Cezaevi’nde tutuklu bulunan Can Atalay, 6 Şubat depremlerinin yıldönümü öncesinde sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda hükümetin deprem sonrası süreçteki ihmallerini sıraladı. Deprem güvenliğinin bina yıkıp yapmaya indirgenmesinin çözüm üretmediğini belirten Atalay, şehirlerin ranta açılması, kamu kaynaklarının yanlış kullanılması ve afet yönetimindeki zafiyetlerin depremin yıkıcılığını artırdığını ifade etti. Hatay’da hâlâ 223 bin kişinin konteynerlerde yaşadığını vurgulayan Atalay, deprem sonrası verilen sözlerin tutulmadığını söyledi.
Can Atalay'ın "6 Şubat’ın İkinci Yılında: Canlarımızın Yanısıra Daha Neleri Yitirdik?" başlıklı yazısının tamamı ise şöyle:
"Yarın 6 Şubat Depremleri’nin ikinci yılı. Yarın herkes o korkunç sabah hakkında bir şeyler yapacak. Çoğunluk dehşeti hatırlayacak, yakınlarını kaybedenlerimiz, belki ölüsünü bile bir mezara koyamayanlarımız kendince saygısını sunacak, dua edecek, ağlayacak. Çoğunlukla da konuşulacak.
Peki bu koskoca yıkımın ardından yapılanları ve yapılmayanları alt alta sıraladığımızda şu soruları sormak durumunda değil miyiz?
53.537 –dikkat elli üç bin– insanın ölümünün ardından neler yapıldı? Bu insanların ölümlerinin tüm sorumluları yargılandı mı? Kamu görevlileri yargılandı mı? Neden yargılananlar neredeyse yalnızca müteahhitlerle sınırlı? Sınırlı sayıdaki dosya hariç neredeyse cezaevinde kimse kalmamasına karşı neden derin bir sessizlik var?
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Kamu gücünün sayısız eksik ve ihmallerini sıralamanın sonu gelmez. Bunca adaletsizlik bir yandan devleti bir yandan toplumu içten içe çürütmüyor mu? Adaletsizlik içinde kaybolan git gide “biz” değil miyiz? Bizi biz yapan, bir arada tutan her şey kaybolmuyor mu?
Yukarıda söylenenlere “ceza yargılaması toplumsal, siyasal sorunların çözümünde çok sınırlı bir fonksiyona sahiptir” itirazı, 6 Şubat ile ilgili yersiz de olsa gelebilir. Peki, o zaman “deprem güvenliği” konuşalım, “afet yönetimi” konuşalım…
Deprem Güvenliği, Afet Yönetimi: Neyin Güvenliği Alınıyor, Ne Yönetiliyor?
Deprem güvenliğinin sağlanması ve afet yönetimi ciddi iştir. 6 Şubat sabahı ve devamındaki manzara mevcut deprem güvenliği, afet yönetimi modelinin ciddiyetini; daha doğrusu bu modelin bizzat kendisinin ne kadar ciddi bir sorun olduğunu ortaya koymuştur.
Deprem güvenliğinin sağlanması planlama ile başlar: i) mevcut kaynakların hangi önceliğe özgüleneceği, ii) şehirlerimizin planlanması.
Çok uzun bir süredir merkezi bütçe üzerinden kamu kaynaklarının dağıtımı; deprem güvenliği ve afet yönetimi başta olmak üzere yurttaşın canını korumak gibi toplumsal yarar önceliklerini gözetmemektedir. Şehirlerimizin planlanmasına ilişkin mevzuat darmadağın edilmiş, şehir planlama biliminin ilkeleri göz ardı edilerek kâr, daha çok kâr diyerek deprem güvenliğinin ilk aşaması yamalı bohçaya benzer hale getirilmiştir.
Siyasal iktidar deprem güvenliğini ısrarla bina yıkıp yapma işine indirgemiş, mevzuatı bu yaklaşımla tasarlamış ve kamuoyu da meseleye giderek bu şekilde bakar olmuştur.
Oysa Türkiye’nin mevcut iktisadi koşullarında öncelikle bina güçlendirmeyi de içeren daha az maliyetli bir model geliştirilmesi iktidarca ne düşünülmüş ne de konuşulmuştur.
Antakya kent merkezinde yan yana o iki çok katlı binayı anımsayalım; güçlendirme yapılan ayakta kalmış, yapılmayan yerle yeksan olmuştur.
Binayı yıkıp yeniden yapmak, bu sırada birkaç kat daha çıkıp kâr etmeye dayalı mevcut modelin derde derman olmadığı bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ikrar edilmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2020 İzmir depreminin hemen sonrasında bir hesap yaptı: 18 yılda 975 bin yapının dönüştürüldüğünü, “dönüştürülmesi gereken” daha 6 milyon 700 bin yapı olduğunu açıkladı. Böylece kendi hesabıyla mevcut “kentsel dönüşüm iktisadi/siyasi/hukuki rejimi modeli” ile deprem güvenliğinin sağlanabilmesi için daha 123 yıl gerekiyor. Bu açıklamanın üzerinden 5 yıl geçtiğini ve bu sürenin de “verimli” (!) geçirildiğini düşünüyorsak kaldı 118 sene…
Bu yavaş, ihtiyaca yanıt vermeyen modelle şehirlerin rantı yüksek muhitlerinde binalar yıkılıp yapılmış ve diğer yerlerde ise çok sınırlı bir “dönüşüm” sağlanabilmiştir.
6 Şubat en görmezden gelene bile göstermeliydi. Memleketin rantı değil, insanının canını sakınmayı önceleyen bir deprem seferberliğine ihtiyacı vardır. 6 Şubat böylesi bir sonuç doğurdu mu? Yanıtı açık…
Öte yandan, “deprem güvenliği” ve “afet yönetimi” bina ölçeğinin çok daha ötesinde çözümleri zorunlu kılar.
Sağlık hizmetine ulaşabilecek miyiz? Şehir merkezlerindeki kamu hastaneleri şehrin çeperine gönderilmişken ulaşım nasıl olacak? Örneğin beklenen İstanbul depreminde mevcut özel sağlık hastanelerinin muhtemel ihtiyacı karşılayamayacağı çok açık değil mi? Peki deprem sonrası toplanma alanları? Deprem sonrası canını kurtaran insanların kendilerini örneğin yangından sakınacağı, giderek barınacağı alanlar ne durumdadır? Örnekler çoğaltılabilir ancak mesele yalındır: “Deprem güvenliği” bina yıkıp yapmakla sağlanamaz, planlama ilk ve zorunlu aşamadır.
Tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmasının yıkıcı sonuçları, insanların yaşadıkları trajediler hala çok taze… Planlama; kâr veya siyasal menfaat elde etmek için yapılamaz. İnsanımızın canını korumak, toplumsal yararı hedeflemek zorundadır.
Mevcut mevzuatta “afet’in sadece deprem olarak ele alınması”nın ne denli ağır sonuçları olduğunu da görmek zorundayız. Yangın, sel, kuraklık ve en başta iklim krizinin bizzat kendisi bütüncül bir planlamanın zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Peki ya 6 Şubat’ta tüm illerimizde ancak özel olarak da Hatay’da yaşanan afet sonrası yalnız bırakılmaya ne demeli? Arama kurtarma başta olmak üzere pek çok başlıkta çok kritik işler üstlenebilecek on binlerce askerin eli kolu bağlı durmak zorunda bırakılmasından tutun, 2017 referandumu ile daha da derinleşen bürokratik/kurumsal tahribat nedeni ile aşırı merkezileşmiş, yerel yönetimlerle organik bütünlük arz etmeyen aksine onların reddi üzerine bina edilmiş liyakatsiz afet yönetiminin günlerce hareketsiz kalmasına ne demeli?
İktidar, 20 yılı aşkın ülkemizi doğa kaynaklı afetlere hazırlayıp, risklerini azaltmak yerine “imar afları, kentsel dönüşüm yerine rantsal dönüşümü esas alan uygulamalar, fay zonlarının üstü, sıvılaşma, heyelan, kaya düşmesi, çığ ve taşkın tehlikesi yüksek jeolojik sakıncalı alanları imara açmak” gibi uygulamalarla risklerini daha da arttırmıştır.
Afet yönetiminin her aşamasındaki (risk ve zarar azaltma, hazırlık, müdahale ve iyileştirme) görev, yetki ve sorumluluklar arasında akılcı dengeler ile rol ve görev dağılımları oluşturulamamış, etkili ve verimli bir yönetim için kurumsal yapılanma geliştirilememiştir. 1999 depremlerinden sonra tartışılmaya başlanmış olan kapsayıcı nitelikte bir kurumun yaratılması amacıyla Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanlığı oluşturuldu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesiyle de İçişleri Bakanlığına bağlandı. Söz konusu kurumun afetler konusunda bir “eşgüdüm/koordinasyon merkezi” işlevini yeterince yerine getiremediği, ülkenin afet gerçekliliği ve büyüklüğü karşısında yetersiz kaldığı 6 Şubat Depremi’nde yaşanan zafiyetlerle bir kez daha görülmüştür.
Doğa kaynaklı olayların afete dönüşmemesi ve ülkemizde yaşanan acıların tekrarlanmaması için doğa ve teknoloji kaynaklı afet risklerine karşı “etkin bir mevzuat altyapısını, güçlü kurumsal yapılanmayı, afet güvenliğini önceleyen bir ekonomiyi, tedbirleri kararlılıkla uygulayan bir siyaseti ve afet farkındalığı yüksek bir toplumu” yaratmak ve geliştirmek zorundayız.
Peki ya verilen sözler? Tutulamayacağı daha o gün belli olan “1 yıl içinde ev teslimi” sözünü “siyaseten” diye izah edip unutacak mıyız?
Deprem; Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elâzığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa olmak üzere 11 il genelinde ciddi yıkıma neden olmuştur. Deprem bölgesinde ama özellikle Hatay’da insanlar çok zor koşullarda barınmaktadır.
Hatay’da 223.906 kişi hala konteynırlarda yaşamaktadır. 153.535 hak sahibinden sadece 6.868 yurttaşımıza anahtar teslimi yapılmış, bu hak sahiplerinden ise sadece 3.320’si konutlara yerleşmiştir.
“Ceza yargılaması sorunların çözümünde sınırlı bir etkiye sahiptir” diyeceklere sorular sorduk. Son olarak; tek bir soru daha sormak isteriz:
Sosyal bilimlerde/hukukta laboratuvar ortamı yoktur, ancak kimi vakalar neredeyse laboratuvar ortamı koşulları sağlar. İskenderun Devlet Hastanesi soruşturması neden örtbas edilmeye çalışılmaktadır? Kim ya da kimler korunmak isteniyor?
Yarın, tarifsiz bir acıların, büyük bir öfkelerin yıldönümü. Kaybettiklerimizin anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Kalanlara sağlık ve sabır diliyorum. Tüm sorumlulardan hesap sorma talebini yükselten, sorumluların peşlerini bırakmayan ve yeni bir yaşam için ısrar eden yurttaşlarımızı selamlıyorum."